9 Aralık katliamının yıldönümünde tanıklardan Fatima Akalın, Eyüphan Başar ve Fatma Yıldırım ile konuştuk:
- O yangın esnası bir asır gibiydi. Hiç bitmeyen bir sessizlik gibi. Sonra kapı açılıp havalandırmaya çıkmaya başladı arkadaşlar. Yaralı arkadaşlarımızın elleri, yüzleri akıyordu. Yaralılara ilk yardım yapmaya çalışırken hâlâ üzerimize gaz bombası atıyorlardı
- Bizi F tiplerine götürdüler. Ama F tiplerine götürmüş olmaları kendileri açısından da çare olmadı. Ve artık F tipleri de sistem açısından çözücü bir noktaya gelmedi. Şimdi kuyu tiplerine geçtiler. Bundan sonrası ne olur? Bilme şansımız yok
- İnsanlar kuyu tipi konusunda bugüne kadar bir birim duyarlılarsa on bin birim duyarlı olmaları lazım. Çünkü orada çok insan ölecek. Sadece bedenen ölmek, toprağa gömülmek değil beyinleri gidecek insanların. Bu konuda çok duyarlı olmak şart
Duygu Kıt
Türkiye’nin cezaevi politikalarındaki en büyük kırılmalardan biri, 1999’da gündeme gelen F tipi hapishanelerle yaşandı. Tutsakların bu geçişe karşı başlattığı ölüm oruçları sürerken, 19 Aralık 2000 sabahı 20 cezaevine eş zamanlı operasyon düzenlendi. “Hayata Dönüş” adı verilen operasyon, resmi kayıtlara göre 30 tutuklunun ölümüne, yüzlercesinin yaralanmasına yol açtı. Özellikle Bayrampaşa Cezaevi’nde 12 kadın tutuklunun yanarak, gazla boğularak yaşamını yitirmesi, operasyonun boyutunu en görünür kılan olaylardan biri oldu. Operasyonun ardından tutsaklar zorla F tiplerine sevk edilirken, yıllar süren yargılamalar cezasızlıkla sonuçlandı. Son olarak 39 jandarmanın yargılandığı davanın zamanaşımı gerekçesiyle düşürülmesine savcılık tarafından geçtiğimiz günlerde itiraz edildi. Tecrit politikasının daha geniş, daha sistematik ve daha sert bir biçimde uygulandığı bugün 19 Aralık katliamının yıldönümünde tanıklardan Fatima Akalın, Eyüphan Başar ve Fatma Yıldırım ile konuştuk.
‘15 kadına bir tabur’
O dönem Niğde Cezaevi’nde kalan Fatima Akalın, “Cezaevlerinde kendi okumamızla, yazmamızla, kendi inandığımız dünya görüşüne uygun bir yaşam modeli kuruluydu. Bu yüzden sistem için koğuş tipi hapishanelerin sona erdirilmesi şarttı” sözleriyle başladı. Akalın katliam günü yaşadıklarını şöyle anlattı:
“Ben Ulucanlar Cezaevi’nden sonra sekiz kadın yoldaşla birlikte Niğde Cezaevi’ne sürgün edilmiştim. Niğde Cezaevi’nde Burdur Cezaevi’nden getirilen arkadaşlar da vardı. Onlarla birlikte az sayıda kadındık. Ve hapishanedekilerin yarısı ölüm orucu direnişçisi, yarısı onlara refakat edenlerdi. Katliam günü direkt Bolu Tugayı’ndan bir tabur getirip onlarla saldırmışlar. Biz sonradan öğrendik bunu. Cezaevinin içindeki 10-15 kadın tutsağa karşı bir tabur komandonun girdiği hali düşünün. Bizi karga tulumba sürükleyerek merdivenlerden indirip alıp götürdüler. Hastaneye götürüp acil serviste direkt müdahaleye zorladılar. Doktor ise ‘Bilinç kaybetmeden müdahale etmem’ deyip zorla müdahaleyi reddetti. Ama bilinç kapandıktan sonra yeniden hastaneye kaldırılmışım. Ondan sonra müdahaleye uğradım.”
‘Saldırmak zorundaydılar’
Akalın 19 Aralık’a giden sürecin sistem açısından bir zorunluluk olduğunu belirterek dönemin koşullarını şöyle değerlendirdi:
“Cezaevleri her koşulda devrimcilerle sistem arasında çatışmanın oluştuğu yerlerdir. Biz içeride olmayı hiçbir koşulda kabul etmeyiz. Cezaevlerine bir şekilde tutuklanıp gelmiş olan arkadaşların önemli bir kısmı çıktıktan sonra mücadeleye yeniden devam etmenin moralini bularak çıkıyorlardı. Ama sistemin asıl istediği şey tutuklanmanın çok korkunç bir şey olduğu üzerinden bir algı yaratılmasıydı. Bu nokta çok ciddi ve uzlaşmaz bir çatışmanın evresiydi bizim açımızdan. Koğuşlara o bilinçle saldırdılar. Ve koğuşları yok etmenin koşulu da aynı anda bütün hapishanelere birlikte saldırmaktı. Çünkü herhangi bir hapishanede bir direniş gerçekleştiğinde bir şekilde diğer hapishaneler harekete geçiyordu. O yüzden bütün hapishanelerin birden saldırı altına alınması sistem açısından zorunluluktu.”
‘Süreç ağırlaşıyor’
Akalın, “Bizi F tiplerine götürdüklerinde o çatışmalı süreçten çıkan yoldaşlarımızın hepsinin yaptığı şey direnmeye devam etmek oldu.” diyerek sözlerini şöyle sürdürdü:
“Çok fazla karşılaştığım bir soru şu: ‘Yaptığınıza değdi mi?’ Direnişimiz insanın insanlıktan çıkarılacağı, her şeyin çürüyeceği bir sistem oluşturmaya çalışanların karşısında bir direnişti. O günkü bilincimizle açlık grevlerinin sistemi durdurabileceğini düşünmüştük. Ama 2000 yılındaki katliamdan sonra durum farklılaştı. Tek başına bizim gücümüz yetmeyecekti. Katliama kadarki süreçte toplumun çok geniş bir kesimi sahip çıktı. Ve önemli oranda geri adımlar da attırabilecekti ama bizim bilincimiz, o güne kadar elde ettiğimiz deneyimler farklı şey söylüyordu. Önüne geçemedik. Bizi F tiplerine götürdüler. Ama F tiplerine götürmüş olmaları kendileri açısından da çare olmadı. Ve artık F tipleri de sistem açısından çözücü bir noktaya gelmedi. Şimdi kuyu tiplerine geçtiler. Bundan sonrası ne olur? Bilme şansımız yok. Çünkü olmaz dediğimiz bundan daha beterini yapamazlar dediğimiz her şeyi yapıyorlar.”
‘Tam bir savaş ortamıydı’
19 Aralık’ta Bayrampaşa Hapishanesi C-2 Koğuşu’nda olan Fatma Yıldırım, “Bizim elimizde hiçbir şey yok, onların elindeyse her şey ve bilinmeyen kimyasallar vardı” diyerek şu ifadeleri kullandı:
“19 Aralık’ın sabahında kurşun ve ‘Operasyon başladı arkadaşlar’ sesleriyle uyandık. Operasyon olacağını öngördüğümüz için giyinik vaziyette yatıp kalkıyorduk. Bulunduğumuz koğuşun camlarına ateş ediliyor, gaz bombaları atılıyordu. C1 ve C2 olarak iki koğuştuk. Vakit ilerledikçe gaz bombaları ile nefes alacak yer bırakmadılar. Koğuşların maltaları vardır Bayrampaşa’da ve kaynakla kapatılmıştı. O maltalardan lav silahı gibi bir şeyle yangın ateşi fırlattılar koğuşlara. Sonrasında incelendiğinde hala bilinmeyen bir sürü gaz kullanıldığı mevcuttur dava dosyalarında. Sonra çekilebildiğimiz en dip yerlerine çekildik koğuşların. En ufak delikten bile gaz atıyorlardı. Bu sırada karşı koğuştaki arkadaşlarla birbirimize zafer işaretleri yapıyor, gülücükler ve sloganlar atıyorduk. Bir taraftan kafamızı kaldıramıyor, duvar hizasında eğilerek gidiyorduk. Çünkü hareket eden bir şey gördükleri an direkt hedef alıp ateş ediyorlardı.”
Hiç bitmeyen bir sessizlik
Yıldırım, “Karşı koğuşla beraber sloganlar atıyorken bir ara bir sessizlik oldu. Sadece ‘Biz yanıyoruz’ sesi geldi karşıdan. O arada bir alev bombası gibi tüm koğuşa yayılan bir alev dalgası gördük. Şimdi böyle anlatabiliyorum ama eskiden anlatmak çok zordu benim için. Her zaman bu tanıklığı, arkadaşlarımızın yaşadıklarını, bizim yaşadıklarımızı dilim döndüğünce insanlara iletmeye çalıştım. Bu bizim sorumluluğumuz aynı zamanda. O yangın esnası bir asır gibi geldi bize. Hiç bitmeyen bir sessizlik gibi. Sonra kapı açılıp havalandırmaya çıkmaya başladı arkadaşlar. Orada buluştuğumuzda yaralı arkadaşlarımızın elleri, yüzleri akıyordu. Yaralıları odaya alıp ilk yardım yapmaya çalışırken hala üzerimize gaz bombası atıyorlardı. Bu arada çıkan yangınlardan dolayı hapishaneden kapkara bir is yayılıyordu dışarıya. Yangını söndürmeyen itfaiye tam o sıra üzerimize saatlerce tazyikli su sıktı. Bakırköy Cezaevi’ne götürüldüğümüzde hepimizi tarttılar, beş kilo vermiştik bir günde.” ifadelerini kullandı.
‘Patlama, gaz, ağır silahlar’
Bayrampaşa Hapishanesi’nde kalan bir diğer tanık Eyüphan Yaşar 19 Aralık’ın en az üç yıl evvelden planlanan bir katliam olduğunu belirtti. Başar o gün yaşananları şu şekilde aktardı:
“Bayrampaşa’da yaklaşık bir ya da iki ay önce kulelerde elinde fotoğraf makinesi olan birileri koğuşları fotoğraflıyordu. Biz de bir saldırıyı bekliyor, sürecin yakın olduğunu değerlendiriyorduk. 19 Aralık günü hükümetin toplantısı vardı. Şakalaştık kendi aramızda bugün gelecekler diye. Nöbetçilerimizi artırdık. Sabahına bir patlamayla uyandık. Patlama, peşinden çok yoğun bir gaz. Camlar kırıldı, taradılar camları, içeriye gaz attılar. Çok değişik bir gazdı, insanlar bilinçsizce ne yapacağını bilmeyen bir hale geldi. Gazların ardından herkes alt tarafa indi. Hepimiz alt tarafa inince bu defa alt tarafı ağır silahlarla taramaya başladılar. Biz de duvar dibine masaları koyduk arkasına geçtik. Ateş ettiklerinde, o mermiler demir masaları deliyordu. Burada da gaz yoğunlaşınca havalandırmaya çıktık hep beraber. Havalandırmayı bir yandan tarıyorlar, bir yandan gazlıyorlar. Biz de havalandırmada yapacağımız tek şeyi yaptık, halay çekmeye başladık zılgıtlarla. Bu defa da havalandırmayı gaza boğdular. Havalandırmanın yüksekliği beş metre, o beş metrenin üstüne kadar gaz doluydu her yer.”
‘19 Aralık bir sonuç’
Başar Bayrampaşa’da operasyonun iki gün sürdüğünü belirterek sözlerine şöyle devam etti:
“Bizim koğuşta 70’e yakın kişiydik. Elimizdeki her şeyle barikat kurmaya çalışıyorduk. O sırada silahlarla tarama hiç durmadı. Bir ara bir arkadaşımız nokta atışı yapmasınlar diye lambaları kapattı. Tam o sırada arkadaşı parmağından vurdular. Bu da keskin nişancıların olduğunun kanıtıydı. Amaçlarının ne olduğunu açıktı. Sonra asker dayandı ana barikatı yıktılar. Gerisinde bir barikat vardı onu da yıktılar. Gelecekler diye kapının önüne gittiğimi hatırlıyorum. Sonra çok daha farklı, ciğeri parçalayacak gibi beynin içini sarsacak kuvvette bir gaz geldi. Düştüğümü hatırlıyorum. Beni hastaneye kaldırmışlar. Orada on üç kişi kadardık ama üstümüzde ne var, nerden yaralandık bilmiyoruz. Diğer arkadaşlarımızı çıkarmak için de çok uzun bir koridor oluşturmuşlar. Burada beysbol sopaları ve coplarla onları çıkarmaya, vurmaya başladılar. Şehit düşen yoldaşlarımız oldu o koridorda.”
F tipinden kuyu tipine
Başar son olarak şunları dile getirdi:
“İki günün sonunda koğuşta tiyatro oyunlarımızda dekor olarak kullandığımız parçaları ‘İşte silahları’ diye televizyonlarda göstermeye başladılar. O dönem Ecevit başbakandı ve şunu demişti: ‘Biz yeni politikaları cezaevlerini teslim almadığımızı sürece uygulayamayız.’ 19 Aralık’ta katliam televizyonlardan canlı yayınladı. Cezaevinden ambulanslar çıkıyor, yaralı insanlar ölmüş olanlar gidiyor. Devlet bununla şunu dedi: ‘Ey toplum önder olarak kabul ettiklerinize bunu yapıyorum, siz de bir şey yaparsanız aynı şey sizin başınıza gelir.’ 19 Aralık’tan sonra hücreler, F tipleri ardından bugün uyguladıkları kuyu tipleri geldi. İnsanlar kuyu tipi konusunda bugüne kadar bir birim duyarlılarsa on bin birim duyarlı olmaları lazım artık. Çünkü orada çok insan ölecek. Ölmek sadece bedenen ölmek, toprağa gömülmek değil beyinleri gidecek insanların. Bu konuda çok duyarlı olmak şart.”
Kuyu tipleri
Bugün hapishane mimarisi ve infaz rejimi F tipinin de ötesine geçmiş durumda. 19 Aralık’tan bu yana aradan geçen 25 yılda tecrit kaldırılmak bir yana daha da derinleşti; hapishanelerin fiziksel yapısı da tecridi daha da derinleştirecek doğrultuda yeniden şekillendirildi. Kuyu tipi olarak adlandırılan yüksek güvenlikli hapishaneler, tek kişilik dar hücreleri, yüksek duvarlı avluları, gün ışığının dahi sınırlı girdiği yapıları ve 24 saat kamerayla izleme sistemiyle tasvir edilirken, birçok tutsak kuyu tiplerine karşı üç yüz güne yakındır açlık grevinde. Resmi adları S Tipi, Y Tipi veya Yüksek Güvenlikli Ceza İnfaz Kurumu olarak geçse de uygulanan ağırlaştırılmış tecrit, F tipinden daha ağır düzeyde bulunuyor. Hak örgütleri ise kuyu tipi hapishanelerin yıllardır süren hak ihlallerini daha da arttırdığını belirterek yapımının durdurulmasını ve açılmış olanların kapatılmasını talep ediyor.









