Daha geriye ve ileriye de götürülebilir ama olay ve olguların sıklığı nedeniyle 1920-1923 tarihleri; gerek sahada hızla değişen askerî‑siyasal dengeler gerekse uluslararası gelişmeler, Kürtlerle kurulan ilişkileri belirleyen kritik bir geçiş dönemidir. Bu kısa aralıkta Kürtler adeta yeniden keşfedildi, tarihsel kırılma yaratacak anlar fırsat olarak önlerine geldi. Baktığımızda farklı aktörler ve bağlamlarda barış antlaşması maddeleri, manda taslakları, meclis anayasası ve lider demeçleri, hatta parlamento beyanları, vilayetlerden gelen talepler ve bunların merkeze taşınması, gizli celseler vs. çokça önemli durum ve hukuki zeminler yaşanıyor.
Bu dönemde, bir yandan mahallî muhtariyet (1921 Teşkilât‑ı Esasiye), öte yandan “Kürdistan’ın muhtariyetine dair” özel bir tasarı (10 Şubat 1922) gibi tanıma mahiyetinde adımlar görülüyor. Hepsinde yaşanan ortak özellikler genel manada bir statü sözü, özerklik vaadidir. Geçiş döneminde bir yandan yeni bir devlet iskeleti oluşturma diğer yandan iç/dış gelişmeler her seferinde ibreyi Kürtlerle ilgili bir karar almaya itmesi, bugünden bakınca sadece tarihin cilvesi olmasa gerek. Tüm taleplerin bir şekilde güvenlik kaygıları ile reddedilmesi bazen keyfi bazen bir ezber olarak karşımıza çıkıyor, çıkmaya da devam ediyor.
Birçok olay var, bu yazıda özellikle bir hikâyeden bahsetmek istiyorum:
28 Kasım 1921 tarihli “Diyarbekir Vilayet Meclis-i Umumisi Mazbatası”
Ama bu hikâyenin yerine oturması için, öncesine gitmek gerekiyor, yani 1921 Teşkilât‑ı Esasiye Kanununa. (Ocak)
Bu anayasanın en dikkat çekici bağlamı şüphesiz âdem-i merkeziyetçiliğe alan tanımasıdır. Bu durumun bir çıktısı olarak yerel meclislerin kendi bölgelerinde eğitim, sağlık, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım gibi konularda yetkili olma yolu da açıyordu.
Kürtler bir şekilde dahil edilmeliydi. Çünkü farklı şekillerde “Türkler ve Kürtler bu vatanın asli ve kurucu unsurlarıdır” denmişti. Yani “ittihad-ı anasır” felsefesi geçerliydi.
Türkiye’nin ilk anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, “idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” ilkesini benimsemişti. Anayasanın 11. Maddesi, vilayetlerin “manevi şahsiyet ve muhtariyete” sahip olduğunu belirtmiş; evkaf, maarif, sağlık, iktisat ve ziraat gibi alanların düzenlenmesi yetkisini “vilayet şuraları”na vermişti. Hatta hatırlanacak olursa Atatürk, Lozan Konferansı’na ara verildiği Ocak 1923’te İzmit’te yaptığı basın toplantısında bu anayasal çerçeveyi doğrudan Kürt meselesinin çözümüne bağlayarak: “…bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür mahalli muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hangi livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir” diyordu.
Teşkilat-ı Esasiye elbette sadece Kürtlere dair bir durumdan bahsetmiyordu. Misak-ı Milli sınırları dahilinden ifade ediyordu. Bu ilk anayasada ifade edilenler tabi uygulanmadı. Birçok nedenden bahsedilebilir. Savaş koşulları, meclisteki bazı grupların merkezi eğilimleri ve idari kapasitede yaşanan eksiklikler yüzünden uygulama gerçekleşmezken milli mücadele olarak tarif edilen dönemden de ‘zaferle’ çıkılması ve Lozan sonrası paradigma geçmişin reddi üzerine kuruldu.
İşte böylesi siyasi ve hukuki bir atmosferde Diyarbakır Vilayet Meclisi, anayasada soyut olarak tanınan bu özerk çalışma pratiğinin nasıl yaşama geçeceğini tartışmaya başlar.
Diyarbakır’ın seçilmiş yerel temsilcilerinden oluşan Vilayet Meclis-i Umumisi, 1921sonlarına doğru toplanır. Anayasanın kendilerine tanıdığı kendilik/varlık hakkının sadece kâğıt üzerinde kalmaması için somut ve resmi bir yol haritası hazırlarlar. Bilinen adıyla “mazbata” …
Vakit kaybetmeden bu mazbata Ankara’ya, Büyük Millet Meclisi’ne yollanıyor. 28 Kasım 1921 tarihinde ulaşır. Ulaştıktan sonra da genel meclis kurulunda okunur. Okunan bu mazbatada 4 temel başlık vardır.
- Vilayetin idaresine ilişkin yetkilerin önemli bir kısmının merkezden alınarak vilayet meclisine devredilmesi.
- Vilayetin kendi bütçesini hazırlaması, vergileri yerel ihtiyaçlar için toplama ve harcama yetkisine sahip olması.
- Vilayette görev yapacak bazı memurların atanmasında yerel meclisin söz sahibi olması.
- Vilayet dahilinde resmi yazışma ve eğitim dilinin Kürtçe yapılması.
Tüm bu taleplere bakınca, özetle Diyarbakır Ankara’ya demiş ki “Teşkilat-ı Esasiye” ile bize tanıdığınız özerkliğe dair oturup somut öneri taslağı çıkardık. Size de bunu onaylamak ve uygulamaya koymak kalıyor.”
Görüldüğü üzere, Kürtlerin en yoğun olduğu bir yerden, anayasada tanınan bir hakka dair, somut bir yerinden yönetim talebi yapılıyor.
Peki genel kurulda okunduktan sonra ne oluyor?
Usul gereği ilgili komisyonlara (encümenlere) havale ediliyor. Sadece bu havale durumu bile çok önemli. Çünkü durumun ciddiye alındığının resmî belgesidir.
Tabi hikâye diğer onlarca durum gibi pek mutlu sona sahip değil.
Burada da gönderilen mazbata, okunmasından hemen önce meydana gelen (Ağustos-Eylül 1921) Sakarya Meydan Muharebesinin kazanılması bir özgüven getirir. Haliyle en başta ifade edilen yapıların/halkların ama en çok da Kürtlerin elde tutulmasına daha az ihtiyaç duyularak rafa kaldırılıyor. İkinci bir neden de mecliste merkeziyetçi kanadın söylem ve eylem babında hegemonik hale gelmesi ve ayrılıkçı gündemleri dolaşıma sokabilmeleri. Bu temel nedenler ve dönemin diğer siyasi gelişmeleri neticesinde mazbata bir kanun teklifine dönüşemedi. Daha sonra 1924 Anayasası’nın, 1921 Anayasası’nın yerel özerklik içeren tüm maddelerini ortadan kaldırıp tam merkeziyetçi bir devlet yapısı kurmasıyla, bu tür taleplerin yasal zemini de tamamen yok olmuş oldu.
Bir noktanın altını çizmekte fayda var. Bu olayda yerinden yönetim ya da yerel demokrasi nüvesi diyebileceğimiz gelişme, bir kavram ya da vaat olarak değil, yerel meclisler tarafından ciddiye alınan ve uygulanan, genel mecliste de aynı ciddiyetle dikkate alınan bir mevzu olması bugün için ders niteliğindedir, bu açıdan da tarihidir.
İkinci not edilebilecek tarihi önemi, yanılmıyorsam Türkiye’nin ilk çok dilli yerel yönetim talebi olması…
***
Bugün de yereller yüzlerce talep ifade etmektedir. Dil, kültür ve kimlik başta olmak üzere, seçilmiş irade olmaya dair zeminlerin tahrip edilmemesi, kayyım gibi kıyametlerden medet umulmaması ve daha birçok şey. 1921’de Diyarbakır’ın yerel meclisi ile bugün Diyarbakır’ın talepleri aynı. Değişen bir şey olmadığı gibi, talep sayısında artış var, çeşitlilik var.
Bu bize tarihten yeterince ders alınmadığını gösteriyor. Aynı zamanda ciddiyete de alınması gerektiğini… Çünkü hakikat gidip gelip buraya demir atmaya devam ediyor.
Süren çözüm ve barış sürecinde Komisyondan birçok beklenti var. Belki de ilk çalışması gereken alan, Kürtlerin tarihsel fragmanlarda hak ve hukuk açısından süreklilik arzeden söylem-eylem ve taleplerine eğilmektir. “Dün ne oldu, bugün ne oluyor” sorularına sahici cevap vermek birçok sorunu kendiliğinden çözecektir.