İnkârımı sürdüler önüme, geleneklerini bozmadan. Gelenekleri batsın. Sen, dediler, öyle kolay kolay var olamazsın. Bak burada geniş kapısı olan ışıklı bir oda var, gir içeri, bırak kendini, rahatla; bu stres sana yanlış yaptırır. Odanın çıkışında gözlerimin kamaşacağından o kadar eminler ki, şimdiden kapının arkasına sakladıkları renkli elbiseleri görebiliyorum; akılları sıra renkli elbiselerle ayartacaklar beni. Işık bir ilizyon değil mi, ışıkta her şey rengini kaybetmiyor muydu, ışığınız size kalsın. İçeri açılan oda kapısından içeri girilir mi, ben dışa açılan kapıları seviyorum; sokağa, bulvara, caddeye… hiç mi düşünmezsiniz bunca işçi dışa açılan vardiya kapılarından neden akıyor hayata, sizin bana vaadettiğiniz ışıklı oda bir fabrika, günışığının girmediği bir yer; insan fabrikası. Geniş, içe açılan kapıdan giriyorsun rektefe edilmiş başka biri olarak çıkıyorsun, sağol, almayayım. Bana reva gördüğünü yaşarsın umarım. Yaşattığını yaşamadan gidersen ahım kalır.
Sivri kalemler
İnkârımı sürdüler önüme, geleneklerini bozmadan, gelenekleri batsın. Geçen sene, önceki sene, evvelki sene de aynı istekleri sürdüler önüme. İnadı benden mi öğrendiler ne? Kalemimi istediler, daha doğrusu kalemimi başka bir kalemle değiştirmemi istediler. Neymiş efendim onların teklif ettiği kalem daha güzel yazıyormuş. Hani o köşeleri olmayan insanları yazan kalemlerden. Oysa bilmezler ki ben kendime tutunmazsam düşeceğim, yoksa bunu bildikleri için mi her seferinde böyle bir teklifte bulunuyorlar? Kendimi kaybedersem düşeceğimi bildikleri için mi? Bilmez misiniz ey gafletler, ben, benden öncekilerin kalemi yere düşmesin diye sivriltiyorum kalemimi.
Yerel kalemler
İnkârımı sürdüler önüme, geleneklerini bozmadan. Ben, dedim, ‘kanlı beşiğim Mezopotamya’mın elleri sadece göğe yakarmaya yarayan insanların içinde büyüdüm. O mübarek, tertemiz ellerle rahmet diye avuç avuç keder sürüyorlar her gün yüzlerine; umutlarını nasırlı ellerine bağlayalı çok oldu. Umudu ekmek peynir gibi kutsal sayan ben, nasırlı ellerimle yaratan ben, nasıl imzalarım inkarımı. Bu eller evelallah daha önce hiç utandırmadı beni. Munzur’u saklayan dağ yamaçlarından günlerce, aylarca, yıllarca sesime ses verilsin diye bağırmışım, sesim üşümüş, yetim kalmış; yankısını alamamış. Şimdi nasıl terk ederim annemin her sabah Ey Xwedê diye yakararak sesini kaybettiği yeri. Sesime ses ver.
Renkli kalemler
İnkârımı sürdüler önüme, geleneklerini bozmadan. Gelenekleri batsın! Bilmesem eskiden saraylarında nasıl ‘oğlancılık’ oynadıklarını, derim ki evet, haklısınız, geçmişinizde ne eşçinsellik ne iç oğlanı, ne hiz oğlanı ne de civelek taburu varmış. Şimdi de kalkmış bana hasta olduğum üzerine brifing veriyorsun, hasta sensin. Bundan böyle brifing vereceksen, ‘bayanlar baylar’ diyerek kısa kesemezsin. Bayanlar baylar ve sevgili eşcinseller grizgahıyla başlayacaksın. Ben buradayım; renkli şemsiyenin altında. Burada herkese yer var. Kimse kimseyi cinsiyetiyle yargılamıyor.
Feminist kalemler
Sesiyle inkarımı sürdü önüme; sesini devletinden alıyordu, bağırıyordu. Bağırdıkça haklı olduğunu düşünmüş olacak ki güçlü hissediyordu, gördüm gözlerinde. İstanbul Sözleşmesi rafa kalktığından bu yana daha fazla bağırıyor. Senin sesin benimkini sindiremez, azıcık küçük harflerle, yumuşak kelimelerle konuşursan sesimiz daha gür çıkabilir, gürültüden arınarak. Gel sen hele böyle, diyerek beni balkona çekmeye çalıştı. Bir tek kendisi uyanık! Ulan erkek müsveddesi, genetik diye bir şey var, genlerin aktarımıyla ilgili senin bilgin var mı? Ben kız kardeşlerimin balkonlarda, uçurumlarda düşerkenki bedensel hafızasıyla büyüdüm. Beni bunlar büyüttü, kime ne anlatıyorsun? Erkek uzantısı, ne olacak. Ama sanıyorum o genetik süreklilik onda da devam ediyor olmalı ki zayıflığını örtbas telaşını kontrol edemiyordu.
Erkek olanlanlarınız bilir
balkonlar can simidir zayıflıklarınıza
bir gece ansızın atıverirsiniz
ortalığa saçılmaktan korktuğunuz ne varsa
Erkek olanlanlarınız bilir
korktukça erkekliğiniz düşer
balkondan aşağı