Dünya büyük bir hızla değişiyor. Küresel güçler açısından önemli bir toplanma alanı olan Münih Güvenlik Konferansı’nda “liberal düzen dağılıyor” tespiti yapıldı. Küresel finans kapitalin merkezi kurumlarından biri olan IMF’den bir uzman 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan iktisadi yapı için dönemin sonuna gelindiğini ilan etti. Kapitalizmin mabedi olan Davos’taki egemenler uzun süredir “büyük yeniden başlatma” peşinde koşuyor. Kapitalizmin garnizonu olan NATO kendisini yeniden yapılandırma ile dağılma arasında gidip geliyor. Bu hızlı değişim içerisinde SIPRI’nin verilerine göre askeri harcamalar yüzde 9’dan fazla arttı. Bu oranın sembolik şiddeti ise şu bilginin arkasında gizli: Soğuk Savaş’tan sonra gerçekleşen en büyük askeri harcama artışına tanık olduk. Her dünya savaşı bir düzenin bitişi diğerinin filizlenmesi olarak değerlendirilebilirse, 3. Dünya Savaşı’nın başladığını ve henüz yeni düzen konusunda belirleyici bir düzlem gelişmediği için de savaşın artarak devam ettiğini ifade edebiliriz.
Ortadoğu, küresel dönüşüm sürecinin ağırlık merkezi olmaya devam ediyor. Soğuk Savaş döneminden kalan Esad rejiminin yıkılmasından tutalım da tek kutuplu dünyanın dağılmaya yüz tutmasının Ortadoğu’ya yansımalarına kadar jeo-politik gelişmelerin en karmaşık hali Ortadoğu’da yaşanıyor. Soğuk Savaşla Ortadoğu’da kurulan Batı yanlısı monarşi rejimleri ve Sovyetler yanlısı Baasçı rejimler ikilemi dağılıyor. Monarşiler dönüşüme zorlanırken, Baas rejimleri birer birer yıkıldı. Artık her iki rejim türünün de vekil ve dost güçlerini dahi etkileyerek yerinden eden yeni bir dönemle karşı karşıyayız.
Dünyada liberal düzen aşınıyor. Liberal düzenle birlikte hayatlarımıza giren kurumlar, normlar ve ilişki biçimleri ya ortadan kalkıyor ya da ciddi bir meşruiyet krizi yaşıyor. Bu durum kaçınılmaz olarak Ortadoğu’ya yansıyor. Katı ve tekçi ulus-devletler anlamsız hale geliyor. İnsan hakları, yurttaşlık hakları erozyona uğruyor. Sadece erozyonlar değil, daha önemlisi ideolojik-politik çerçeveler birer birer kırılıyor. Yirmi yıl önce konuştuğumuz İslamcılığın farklı halleri ciddi bir meşruiyet krizi yaşıyor. İçsel ve dışsal dönüşüme zorlanıyor.
Ekonomi politik açıdan finans kapitali merkezine alan neoliberal düzen artık sadece kötülük ve geleceksizlik üretiyor. Finans kapitalin ayeti olan faiz-enflasyon denklemi her yerde çatırdıyor. Dolayısıyla bu sistemde rıza üretme ve kriz halinden çıkma durumu imkânsız hale geliyor. Bu yönüyle Ortadoğu’da yoksulluğun yayılacağı tek bir mahalle bile bırakmayacak şekilde büyük bir kötülük üretiyor. Hatırlayalım; çok değil Covid-19 pandemisinden önce her türlü etnik ve dinsel köktenciliğe rağmen Ortadoğu’nun birçok ülkesinde özellikle gençler ekonomik durumlarına ve geleceksizliğe karşı omuz omuza isyan ediyordu.
Bu kaos aralığı veya daha doğru ifadeyle “yeni olanın doğamadığı” aralıkta, Ortadoğu toplumu için esas soru şudur: Ortadoğu toplumu yeni döneme geçerken göbek bağını kendisi kesebilecek mi?
Ortadoğu halklarının geleceği açısından konuşulan iki senaryo var. Birincisi İsrail’in güvenliğini bölgedeki ekonomik sömürünün devam etmesini de sağlayacak şekilde enerji koridorlarıyla birleştirip düşünen bir akıldan türüyor. Bu akla göre İsrail’in güvenliği bölgedeki etno-dinsel karmaşanın sürmesi ve bölgenin ekonomik olarak sömürülmeye devam etmesine dayanıyor. Yani bir anlamda katı ulus-devlet gibi eski kurumların ve iktisadi kaynağa el koyan anlayışın devam etmesini, toplumlar arası gerilimlerin artarak sürmesini esas alıyor. Bu yönüyle, politik söylemin ucu nereye giderse gitsin, ürettiği sonuçlar açısından Ortadoğu’da demokratik ittifakları engelleyecek her girişim bilinçli veya bilinçsiz şekilde bu senaryoya hizmet edecektir.
İkinci senaryo ise İsrail’in güvenliğini Ortadoğu’nun genel güvenlik, istikrar ve demokratik dönüşümünde gören ama İsrail’i ayrı bir yere koymayan bir akıldan türüyor. Buna göre katı ulus-devletler yerine demokratik ulusal devletlerin kurulması, bu devletler arasında bölgesel ortaklıklar ve sınır aşırı paydaların gerçekleşmesi düşünülüyor. Bunun için de önce ülkelerin iç nizamının demokratikleştirilmesi gerekiyor. İktisadi ve toplumsal mücadelenin demokratik bir zeminde gerçekleştirilmesi öngörülüyor. Bu senaryoya göre milliyetçilik biçimlerinden tutalım İslamcılık türlerine ve Kemalizme kadar bölgede toplumsal dayanağı olan her türden ideoloji ve doktrinin demokrasi tornasından geçirilerek güncellenmesi gerekiyor.
Küresel kasırga ve bölgesel etkilerinin “yeni olanın doğamadığı” aralığı ortaya çıkardığı bu denklemde, 27 Şubat Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı düşünmek, bu düşüncenin mekansal koordinatlarını Ortadoğu olarak belirlemek önemli bir anlam kazanıyor. 27 Şubat Çağrısı, öncelikle iki dünya savaşı, soğuk savaş ve reel sosyalizm deneyimiyle enfekte olan toplumsal ve demokratik yaşamın gerçekliğine vurgu yapıyor. Dolayısıyla bugünkü kaos ortamının tarihsel köklerine iniyor. Sonrasında her ne kadar özelde Kürt-Türk ittifakını alsa da genelde bir halklar ve inançlar arası ittifakı geleceğin kurulmasında temel model olarak öneriyor. Böylesi bir ittifak modeli, katı ve tekçi ulus-devlet ve yapay sınırlara karşı toplulukların bir arada yaşamını esas alarak yepyeni bir ufuk açıyor. Kurumsallık ve normu demokratik temelde yeniden tanımlıyor. Bir arada yaşamın demokratik modellemesini yapıyor. Hem siyasal hem de iktisadi alanın radikal demokratik karakterle tanımlanmasını gerektiriyor.
27 Şubat çağrısının derinlikli okumasından bir tarihsellik içerdiği ve bir model önerdiği görülebilir. Dahası ve belki de bu belirsizlik aralığından çıkmanın en eksik yönü olan yöntem sorununa “Demokratik uzlaşma temel yöntemdir” diyerek güçlü bir çıkışa işaret ediyor. Siyasal ve iktisadi alandan tutalım gündelik yaşamdaki ilişkilere kadar an’a müdahale ederek radikal demokratik mücadelenin temel zeminini kuruyor.