Darbe kelimesinin kökeni “darp etmek” eylemine dayanır. Siyaset literatüründe darbeler, egemen sınıfın ve onun siyasi temsilcilerinin çıkarları ile toplumun genel çıkarlarının mevcut hukuk düzeninde yönetilemeyecek ölçüde çeliştiği durumda toplumsal muhalefeti baskı altına alarak demokratik kazanımları ortadan kaldırmak için otoriter bir rejim tesis etmeyi amaçlar. Darbeler genellikle askerler vasıtasıyla siyasi iktidara karşı yapılmakla birlikte siyasi iktidarlar tarafından sivil bürokratlar (örneğin yargı, istihbarat bürokrasisi vb.) vasıtasıyla var olan düzene karşı da yapılabilir. Darbenin kimin tarafından yapıldığı önemli olmakla birlikte daha önemli olan darbenin arkasındaki esas aktörün kim olduğudur.
12 Eylül 1980 darbesi, kapitalist sistemde, krizden çıkmak için sermaye birikim rejimiyle birlikte tüm toplumsal yapıda köklü bir dönüşümün gerçekleştiği bir dönemde yapıldı. Neo-liberal dönüşüm, II. Dünya Savaşı sonrasının iki kutuplu dünyasında emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin azaldığı, sosyal/refah devleti politikalarının uygulandığı, üretim süreci başta olmak üzere tüm alanlarda örgütlülüğün ve demokratik katılımın güçlendiği bir sürece son vermeyi amaçlıyordu. Bu dönem aynı zamanda Neo-liberalizmle birlikte İran’da molla devrimine karşı ABD’nin Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn etme planlarını devreye soktuğu bir sürece de denk gelmekteydi.
Neo-liberalizm, ulusal düzeyde üretilenin ulus içinde tüketildiği, içe dönük birikim anlayışından dış ticaretin serbestleştiği ve küresel düzeyde rekabetin hakim olduğu bir anlayışa geçilmesini içerir. Küresel rekabet, emek maliyetlerinin ve sosyal harcamaların yük olarak görüldüğü; bu bağlamda güvenceli ve standart çalışmanın yerini esnek ve güvencesiz bir düzenin, sosyal devletin yerini ise piyasanın çıkarlarına hizmet eden bir devletin aldığı ekonomi anlayışına gerekçe oluşturur.
Neo-liberal politikaları örgütlülüğün ve demokratik katılımın güçlü olduğu koşullarda uygulamak mümkün değildir. Bu nedenle -başta işçi sınıfı olmak üzere- tüm toplumsal güçlerin baskı altına alınması gerekir. Türkiye’de toplumsal mücadeleler 60’lı ve 70’li yıllarda (12 Mart 1970 darbesine rağmen) yükselmiş, reel ücretler artarken emekçi kesimler siyasi iktidarlar üzerinde etkili hale gelmiştir. Sermaye kesiminin diğer kapitalist ülkelerde uyguladığı toplumsal mücadelelerin önünü kesmeye yönelik girişimlere paralel olarak TÜSİAD da 70’li yılların ikinci yarısından itibaren Neo-liberal politikaları içeren taleplerle raporlar hazırlamış, özellikle CHP’nin iktidar olduğu dönemlerde gazetelere verdiği ilanlarla iktidarı yıpratmaya çalışmıştır. Öte yandan 70’li yılların sonlarına doğru kontrgerillanın devreye girmesiyle Alevilere, sosyalist gençlere, sendika liderleri ve aydınlara yönelik katliamlar ve suikastlerin birbirini izlediği bir terör ortamı yaratılarak Ecevit hükümeti düşürülmek istenmiştir.
TÜSİAD’ın propagandası, uluslararası finans kurumlarının hükümetten desteğini çekmesi ve yaratılan terör ortamı, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığı derinleştirmiş; Ekim 1979’da Ecevit hükümeti düşürülmüştür. Demirel tarafından kurulan yeni hükümet, sermaye kesiminin ve uluslararası finans kurumlarının beklentileri doğrultusunda Neo-liberal yapısal uyum programını hazırlamak üzere, Başbakanlık Müsteşarlığı’na Turgut Özal’ı getirmiştir.
Özal, IMF ve OECD’nin belirlediği çerçeve doğrultusunda kısa sürede hazırladığı Ekonomik İstikrar Kararlarını 24 Ocak 1980 tarihinde kamuoyuna açıklayarak uluslararası sermaye kuruluşları ve ulusal sermayeye Neo-liberal politikaları uygulanacağı taahhüdünü vermiştir.
24 Ocak’tan sadece 8,5 ay sonra Hükümet, grev ve boykotlarla güçlü bir mücadele ortaya koyan işçi hareketi ve toplumsal muhalefet karşısında bu kararları yaşama geçirecek siyasi iradeyi gösteremeyince NATO’nun emir-komutasındaki silahlı kuvvetler, 12 Eylül’de mevcut anayasal düzeni ortadan kaldırarak yönetime el koymuştur.
12 Eylül darbesi kısaca, Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi amacıyla ABD’nin; Neo-liberal politikaların uygulanması için dışardan IMF ve OECD’nin; içerden ise TÜSİAD’ın dayattığı ama hükümetlerin sağlayamadığı koşulların “silah zoruyla” sağlanması olarak değerlendirilebilir. Bu koşullarda grevler yasaklanmış, toplu iş sözleşmeleri ve tüm sendikal haklar askıya alınmıştır. Ayrıca siyasi partiler, DİSK ve onunla birlikte toplumsal mücadelede yer alan tüm örgütler kapatılmış, çoğunluğu işçi temsilcileri, sosyalistler ve muhalif Kürtler olmak üzere 650 bin kişi gözaltına alınmış, cezaevlerinde 300 kişi işkenceyle öldürülmüş, 48 kişi idam edilmiş ve milyonlarca kişi fişlenmiştir (Türkiye ile Dayanışma Bülteni, 1982).
Rahmi Koç, bu kanlı darbeyi şu sözlerle değerlendirmektedir: “12 Eylül harekâtından önce her şeyi demokratik bir sistemde yapmak zorundaydık(!) Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Askeri yönetimde alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor. En önemlisi ise tüm bunlar yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentoda sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok.” (Cumhuriyet, 26 Ocak 1982).
Rahmi Koç’un 12 Eylül darbesine yönelik değerlendirmesi “askeri yönetim” ifadelerini görmezden gelinerek okunduğunda, darbeden 45 yıl sonrasını yani bugünü ifade etmek için de rahatlıkla kullanılabilir. Darbenin esas faili olan ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin emperyalist hedefleri bugün için de geçerlidir. Diğer failler IMF, DB, TÜSİAD vb ulusal ve uluslararası sermaye ve finans kurumlarının 24 Ocak kararlarıyla ete kemiğe bürünen hedefleri ise Şimşek programıyla bugün de varlığını sürdürmektedir.
45 yıl öncesiyle günümüzün belki de en önemli farkı, toplumsal hareketleri bastırmak için NATO ordusuna gerek olmadan, darbe rejiminin sağladığı koşulların ürünü olan siyasi iktidarın kurduğu otokratik rejimde, “sivil” aktörler vasıtasıyla darbenin failleri olan sermayenin ve emperyalist güçlerin emellerine ulaşmasını sağlayacak ortamın sağlanabilmesidir!
Devam edecek…