Uygarlık tarihi boyunca rakiplere diz çöktürmek, kahramanlık yürüyüşlerinin simgesi olmuştur. Bu gerçeklik, kanlı saltanat ve doymak bilmez sömürücülüğün dilidir. Öldürmeyi fazilet bilen, buna açık bir ideolojinin, ezilen ve sömürülen insanlığın özgürlük ve eşitlik ideallerine hizmet edemeyeceği netçe açığa çıkmıştır. Bir toplumun zorunlu özgür yaşam hakkı dışında, özünde de tüm hukuk sistemlerinde kabul gören meşru savunma hakkına dayanmayan, rahatlıkla egemen sömürücü nitelik kazanabilecek ‘zor teorileriyle’ ideolojik hesaplaşmayı önemli bir kazanım olarak görmek gerekir. Eskinin şiddet yüklü sosyalizm anlayışı zafere ulaşsa dahi, Sovyet Rusya deneyiminde de görüldüğü gibi çözülmeye uğramaktan kurtulamayacaktır.
İdeolojik dönüşümde netlik kazanan, zor içeren tüm hiyerarşik toplum biçimlerinden kopuş bir zihniyet devrimi değerindedir. Bu, devrimin doğa ve toplumun özündeki akla dayandırılması, tükenmek bilmeyen bir çözüm gücüne ulaştırılması anlamına da gelmektedir. Artık kendine güvenen ve hâkim kişilik paradigmamda köklü tıkanmalara ve çözüm bulamama endişelerine yer yoktur. Büyük acılar ve büyük kötülükler, eğer öldürmezlerse, büyük gerçeklere ve güçlendiren özgür yaşama götürür. Hâkim dünya sisteminin, ona hizmet eden kişilik özelliklerini iflasa götürmesini ve bu yönlü alternatifine yol açmasını yeniden doğuş ve ideolojik devrim olarak değerlendirmek doğrudur. Kilit mesele, toplum kavramının kendisini tüm boyutlarıyla doğru tanımlamaktır. Avrupa bireyciliği, toplumun ve ekolojisinin katliamcısı konumuna düşmüştür. Aydınlar ise (eleştirisiz, düzenin emrindeki aydınlar) gerçeğin kasaplarıdır. Kasabın yürüttüğü doğramayı, onlar tüm doğa ve toplum üzerinde yürütüyorlar. Önce ‘deneme ve gözlem yöntemi’ dediler, tanıdılar. Sonra ‘uygulama ve pragmatizm dönemi’ diyerek, yiyip bitirdiler. Bu anlatımın dışında hiçbir şey, atomu insanlık üzerinde patlatmayı, çevrenin topyekûn yıkımını izah edemez. Avrupa uygarlık sosyologları, atom ve çevre yıkımından ve genelde tam bir soyguna dönüşen finans kapitali ve krizlerini yaşadıktan sonra yavaş yavaş imana gelir gibi yapıyorlar. Bazıları her şeyi kaybetmemek için bunu yapma gereğini kavramışa benziyorlar. Yeni demokratik-ekolojik arayış, rijit, kesin sınıf, ulus ve devlet kategorilerinden hareket etmez. Umudunu salt geleceğe taşımaz. Kuru bir geçmiş inancına da dayanamaz. ‘Tarih ve gelenek neyse, günümüz ve gelecek odur’ büyük ilkesine göre düşünme ve davranmayı bilmek gerekir.
Ötekiyi tanımak, zihniyet dönüşümünde diğer önemli bir ilkesel yaklaşımı ifade eder. Firavunlaşma, yani kendini devletle tanrı yerine koyma, tüm siyasi hastalıkların özüdür ve karşısındakileri küçük, kul gibi görmeye zorlar. Günümüzde bu hastalık, Nemrutlar ve Firavunlar döneminden daha az yoğun yaşanmıyor. Dolayısıyla ötekiyi bir kul, etkisiz bir varlık gibi değil, eşit ve özgür bir diyalektik öğe olarak görmeyi gerektirir. Doğaya ve çevreye boş, şuursuz varlıklar olarak değil, evrensel yasaların ahengine göre yaşayan varlıklar olarak, ilkçağ insanının kutsallığı içinde bakmayı gerektirir. Fakat günümüzde tüm dünyada yaşanan doğa katliamları tamda doğayı öteki ve nesne olarak görmenin sonucudur. Günlerdir birçok yerde yangınlar yaşanıyor, hatta bu yangınlar bilinçli olarak çıkarılıyor. Bu dünyada görülen en büyük doğa katliamının ve ekolojik yıkımın ifadesidir. Orman yangınları, tarlaların yakılması, kullanılan silahlardan kaynaklı yayılan kimyasallar, fabrika atıklarından suya yayılan kimyasallar maddeler ve bunu inkâr eden ve daha doğrusu doğayı nesne olarak gören bir iktidar hala da Türkiye’yi yönetmektedir. Ve tüm bunları inkâr etmektedir. Bu iktidarın zihniyeti aynı zamanda uygarlığın daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği cinsellik, kadın, çocuk ve yaşlılara; sınıf, din ve tarikat gibi daha toplumsal kategorilere de aynı zihniyetle yaklaşmakta ve yok sayıp inkâr etmekte ‘yok’ etmektedir. Urfa’da yaşanan gözaltılarda ismini vermek istemeyen bir kadının ‘anlatamıyorum’ diyerek dile dahi getiremediği işkence yöntemi de doğaya yaklaşımdaki yok etmenin sonuçları ile aynıdır. Gerçekten de her gün kadın cinayetlerinin yaşandığı, doğanın son hızla tüketilip yok edildiği, çocukların taciz ve tecavüze uğrayıp öldürüldüğü Türkiye de yaşanan haksızlık ve hukuksuzlukları anlatabilmek mümkün değildir. Bu politikalar kadını, genci, doğayı, işçiyi, dini daha doğrusu toplumu ve toplumsallığı yok etmenin politikalarıdır.
Tüm bu yok etme projelerine karşılık ‘Ne kadar akıl-duygu gücü, o kadar toplum ve hareket gücü’ ilkesine bağlı olmak esas olmalıdır. Yok edilmeye çalışılan tüm toplumsal kesimler bu ilke doğrultusunda birlikte mücadele ederek daha fazla ses çıkarırsalar, bu birliktelikten doğacak gücün karşısında hiçbir iktidar duramaz.