Herkesin bir şekilde havasına girdiği, neşe ve saadet içinde kutladığı bu bayram günlerinin barış ve selamet içinde geçmesini dilerken, sıradan insanlar gibi görünen insanların, sıradan insanlara yaptıkları kötülüğün, sıradan bir hikâyesini anımsatacağım. İlahlara bahşedilen bunca kurbanın yan yana dizildiği bir bayramın son gününde, gerçek bir kurbanın sahi hikâyesine dikkat çekmek istiyorum. Bu hikayenin tefekkür etmemize, kendimize dönmemize ve başkalarıyla empati kurmamıza ve hatta hakikat yolunda yürümemize vesile olmasını umuyorum. Çünkü olup bitenlere bakmak veya üzerinde tefekkür etmek hakikate erişmek için yeterli bir adım değildir.
Salt tefekkür etmek zamanla bir komediye, yahut komediyse zamanla bir trajediye dönüşür. Onun için kafamızı kaldırma riskini alıp cesaretle ileriye bakmalıyız trajedilerin derinleşmemesi için. Onun için Harranî İbrahim’den bu yana ilahların buyruğuyla yasaklanmış olan insanın kurban edilme halinin bir temsili olan bu hikâye tefekküre ve salt bakma halini aşıp başkaldırıya sevk edebilir. Tanrıları kızdıran ve halklar için tarihin ve talihin bir kördüğümü, ölümün amansız hüznü ve yasın en katmerli halidir insanın kurban kültü. Velakin bu kurban ritüeli beşeri bir erdem gibi karşılanıp kutlamanktadır. Oysa İbrahim’in İsmail’i Tanrı huzuruna çıkarıp bir sunak olarak sunduğu günden beri bu ritüel bir buyruk yasası olarak men edilmiştir.
Bugün yaşadıklarımız ise İsmail’in boynuna dayanan bıçağın keskinliği kadar merhametsizdir ruhumuzu lime lime eden. Kıyametin çığlığı kadar bize yakın olan bu acıyı yaşarken, insanlık adına bunu görmeyen, anlamayan, kavramayan ve başkaldırmayan hiç kimsenin ‘bayramlar’ üzerinde kendisini aklamaya ve ruhsal bir arınmaya kalkışmaya hakkı yoktur. Bütün beşeri yetmezliklerini başka canlıların kanını dökmek veya kendi soyunun kanına girmek ne kültürü şanlanışın ne de ilahlara olan bağlılığın göstergesi değildir. Olsa olsa içimizde biriken öfkenin dışavurumu ve ruhumuzdaki şiddetin acizliğidir. Giderek çıkış noktasından uzaklaşan ve her geçen gün bu kan dökme ritüeline dönüşen kurban kültüründen bağımsız değildir yaşadığımız bunca şiddet ve savaş. Bugün hem dünyada hem de bölgemizde bunca savaşın yaşandığı ve insanların yanı başınızda adak niyetliyle kesildiği bir zamanda bayramları tok karınla kutlamak hem ahlak yasası açısında bir cürümdür hem de vicdanın saf hali açısından sahici değildir. Ahlak yasasının bir gereği olarak halkların ve inançların geleneklerine karşı saygı ve nezaket beslemekle beraber, kurban kültünün bu yıkımını tasvip etmediğimi özellikle söylemeliyim. Komşuluğun kadim kıymeti için bu kurban kültüre çok laf söylemeden bir insan hikâyesini anlatacağım.
Anlatacağım hayat hikâyenin gözleri pek gibi görünse de, karnı her zaman mutluluk tokluğuyla hayal kuran büyük bir açlıkla geçti. İradesinin dışında oluşan ve gelişen mutluluk tokluğuna dair hayal zaten baş edebilecek bir istenç değildi, tümüyle döngüsel bir dünya tasavvuruydu ve herkes gibi o da buna karşı koyma olağanından tamamıyla yoksundu. Bilindiği gibi kültür ve geleneklerin mutlak buyruğu olarak gelişen yükümlüler, bireylerin iradi seçimlerini kısıtlayan buyruklardır. Zira yasanın dışına çıkan buyruk düsturu zamanla hiç kimsenin seçme hakkının olmadığı bir dünyaya kapı aralamak demektir ve zamanla kör bir inanca dönüşür.
Kör inanç üstenci saiklerle var edilen bir dünyanın hiçbir yanı kontrol edilebilir değildir. Dolayısıyla bunların en basiti başat olanları, zaman ve mekân seçimleri, aile ve kavim seçimleri, inanç ve ırk, cins ve renk seçimleri gibi temel meselelerdir. Bütün bunların varlığı ve hayatındaki olgusal konumları gebelikle iradi hükmümüzü aşan bir hakikatin ürünü olarak bizleri sarmalamıştı. İşte anlatacağım hikâye bütün bu hakikatlerin bir ürünü olarak var oldu ve bütün bunların bizatihi ‘şeyleştirilmiş öznesi’ olarak o dehşetlerin tamamını birebir yaşadı. Hikâyenin kısaltılmış hali binlerce akranını temsil ediyor.
Bahsedeceğim hikâyemin bütün sırrı Êzidî bir kadının yüzündeki yangının izlerinde saklıdır. Bu yangın binlerce Êzidî kadının kalbini yakmış ve onun o masum yüzünde dünyanın utancı olarak duruyor. Bu utanç insanlığın ortak suçudur. Yüzü tarihin en çirkin ateşiyle yakılmış bir kadının mecazi ölümüdür halkların belleğinde. Geçmişle geleceği birbirinden koparan ebedi bir talandır onun gözlerinde kaybolan umutların toplamı. Oysa o hayatta umutsuz olmayı seçmedi ve hayallerinin kanatları kırık olsun istemedi. Acı karşılığında elde edilmiş varlığı olsun diye hiçbir zaman hayal kurmadı. Melekler her daim onu korur diye inandı. Umudumun tek yolu iyiliğe inanmak ve Tanrılar katında arı kalmaktı onu için. Kötülerin elleri ağır olanların ruhu erişmez diye inananlardan ama onun ruhu ansızın iblislerin ellerinde kaldı. Tarihin bütün pası üzerine döküldü ve halis olan ruhu dünyanın en derin acısına büründü.
İşte onun hikâyesi tam da böyle başladı. Bu hikâye bütün hakikatlerden daha sarih bir insanlık hikâyesidir ve hepimizin utancı olan bu hikâye Şengalli bir kadının yüzündeki izlerde duruyor. Cehennem ibretini yüzünde taşıyan cennet yürekli bu kadının yemine susmuş dudaklarının sırrı binlerce kayıp kadının kardeş hikâyesi olarak bayramdan bayrama olsa da unutulmamalıdır:
Adı Lamia, yüzü yankı Şengalli Êzidî kız, acının heykeli ve ölümün kardeşi, ailesinden geriye kalan kederli tek çocuk.
Adı Lamia, bedeni üzerinde yüzlerce vahşinin geçtiği köle kadın, ruhu çöl kumlarıyla yakılmış nice ceylan yavrusundan sadece biri.
Adı Lamia, kalbi gamlı kavmin kimsesiz sebili, yüzü gerçek acıların iziyle yakılmış kadın.
Adı Lamia, hayatı çalınmış, ruhu ölü ve bedeni tanınmaz hale getirilmiş kendisine yabancı kadın.
Adı Lamia, yüzünde taşıdığı acı gerçekle herkesin yüzünü kızartan kadim sözün çocuğu. Minik bir kız çocuğun cesedini içinde taşıyan hayalet kadın.
Adı Lamia, gözlerinde kırık kehribar yığınları taşıyan ölü bir ağaç kabuğu, kalp aynası binlerce parça ayrılmış ve toparlanması mümkün olmayan çölün esir kadını.
Adı Lamia, kalbi küçük yükü ağır çocukların ablası, kalbi Laleş mabedi kadar kadim, bilge ve ruhu arı kadın.
Adı Lamia, başkalarının cehaletinin kurbanı günahsız kuzu, iblislerin cehennem ibretini yüzünde taşıyan cennet yürekli kadın.
Adı Lamia, hayata doğru rüzgar gibi koşan ama herkesin gerisinde kalan öteki, küçük kalbinde büyük izler taşıyan koca yürekli çocuk kadın.
İlahlar adına onun ruhunu Tanrı’nın evi içinde ‘kirletenler, onun hiç bilmediği ve tanımadığı kötülükler yaptılar. Kurban kuzuları gibi ruhuna kıydılar.
Oysa onların hiçbir zaman yer edinemeyeceği ve içinde yaşamayacağı kalbinin en derin yerinde öldürüldü.