Jön Türkler, Abdülhamit istibdatına karşı mücadelelerinde 1789 Fransız İhtilali’nden etkilenmişlerdi. O nedenle de onların sloganı “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik, Adalet” olmuştu. (Fransız devrimcilerinin sloganında Adalet kelimesi yoktu ama Jön Türkler böylelikle bu topraklardaki adaletsizliklerin ne denli önemli olduğunu anlatmaya çalışmışlardı). Cumhuriyet Türkiye’sinde ise gençler (özellikle 70’lere doğru) daha çok 1917 Sovyet Devrimi’nden (ve dolayısıyla da Marksizmden) etkilenmişlerdi ve o nedenle de onların sloganlarında “Bütün dünyanın işçileri birleşin!” vardı. Tabii ki arada Mustafa Kemal’den, Mao’culuktan, Enver Hoca’cılıktan etkilenenler de yok değildi. Ama denilebilir ki 68 kuşağı ve bu kuşağın etki alanındaki bugünün sol çevreleri “işçi sınıfı”, “işçi sınıfının öncülüğü” gibi ifadelerin kabulü üzerinden siyaset yapıyorlar.
Geçen yazımda altını çizmeye çalıştığım gibi bugünün dünyasında ve bugünün Türkiye’sinde, “işçi sınıfı öncülüğü” üzerinden amaçlanan siyasi mücadelelerin yanı sıra, mağdur kimlikler üzerinden bir siyaset anlayışının da olduğunu gözlemliyoruz. Bu iki sol siyasi anlayışın aynı amaçlar altında birlikte hareket etmesi hegemon siyaset karşısında daha güçlü bir muhalefetin oluşmasını sağlar. Ama varolan sorunsalın birinin homojen bir sınıfa dayandırılmasıyla, diğerinin, içinde farklı ekonomik katmanları olan heterojen bir kitleye dayandırılması arasında konuşulması gereken uyumsuzluklar var.
Ben geçen hafta bu uyumsuzluğu gidermeye yönelik bir yaklaşımı ifade etmeye çalışmıştım. Demek istediğim özetle şöyleydi: Marks’ın işçi sınıfı vurgusu, işçi sınıfının kendinde “özsel” olarak varolan bir değiştirme gücü olduğu üzerine değildi. Öyle olsaydı kendisi “lümpen proleterya” ayrımı yapmazdı. Bir başka ifadeyle işçilerin önemleri işçi sınıfına ait olmalarından değil, üretim ilişkisi içinde burjuvazi karşısında, burjuvaziye bağımlı bir ilişki içinde olmalarından geliyordu. Yani üretim araçlarına sahip değillerdi ve ancak emeklerini belirli bir ücret karşılığı kiralayarak yaşayabiliyorlardı. O nedenle de kapitalist sistemin değişmesi gerektiğine inanıyorlardı ve bunun mücadelesi içindeydiler.
Köşe yazısının sınırları içinde bu tartışmayı bir yere bağlamak için atlayarak şunları söylemek mümkün. Marks, işçi sınıfının, kapitalizmin mezar kazıcısı olmasını, işçi sınıfının “kendine ait bir özelliğinden” dolayı değil, burjuvaziyle olan bağımlı “ilişkisinden” kaynaklandığını söyledi. Yani “özsel” değil “ilişkisel” bir durumdan söz ediyordu.
Günümüzde ise küreselleşmeyle birlikte ulus devlet yapıları değişti. Ulus devlet yapılarının değişmesine paralel olarak ulus devlet ahalisi de değişti. Bu değişim daha çok ahalinin içindeki farklı kimliklerin kendi kültürel hak talepleri etrafında bir araya gelmeleriyle gelişti.
Bu gelişmeler şöyle bir sonuç doğurdu: Her ulus devlet içinde hegemon kimlikle “bağımlı” ilişkiler içinde olan diğer kimlikler, içinde bulundukları sistemin değiştirilmesi yönünde bir pozisyon yüklendiler. Bizdeki başta Kürt kimliği olmak üzere diğer kimliklerin hegemon İslamcı-Türkçü kimlik karşısında yaşadıkları ilişkiselliğin baskıcı niteliği, bütün bu mağdur kimliklerin varolan egemenlik biçiminin değiştirilmesi için çok güçlü bir motivasyon sağladı.
Dolayısıyla bizim gibi ülkelerde varolan ulus devlet yapılarından ve egemenlik biçimlerinden rahatsız olanlar yalnızca işçiler değil aynı zamanda kimliğinden ötürü ötekileştirilen kimliklerdir de. Bu nedenle de işçiler ve mağdur kimlikler aynı yöne bakmalıdırlar ve aynı egemen yapıların değiştirilmesi amacında olmalıdırlar.
Bu konuya haftaya devam edeceğim.