Ahmet Tulgar
Bedros Dağlıyan, inatçı bir şair, inatçı bir Ermeni, inatçı bir Diyarbakırlı, inatçı bir Anadolulu. İstanbul’da yaşıyor, eczacılıkla iştigal ediyor ama şiirle, edebiyatla yatıp yine onlarla kalkıyor. Ne Ermeni kimliğinden ve yaşantısından ne Diyarbakır’ın anıları ve etkisinden vazgeçiyor, Anadoluluk üzerinden bu topraklarda barışın nasıl bir şey olması gerektiğini şiirleri, öyküleri ve yaşam tarzıyla ortaya koyuyor. Bedros Dağlıyan ile şiirini, Diyarbakır anılarını ve Anadolu Ermeniliği’ni konuştuk:
Şiir ve deneme en sevdiğin türler. İkisi arasında ne gibi benzerlikler ve farklar saptıyorsun yazarken?
Bir defa çokça okuyorum. Yaşamım boyunca zengin bir kütüphane hayalini kurdum. Okurken daima küçük küçük notlar biriktiriyorum. Montaigne’inin de “Denemeler”i biriktirdiği notlarla derlediğini biliyorum. Kendimi bildiğimde evde bir kütüphanemizin olduğunu anımsıyorum. Annem ve etrafımdaki okuyan insanlarca okumaya yönlendirilmem bendeki okuma aşkını büyüttü. Neredeyse her konuda okurum. Deneme, öykü, roman, şiir hatta destanlar; çokça da felsefe eserleri… Didaktik düzyazı ise şiiri öldürüyor kanımca. Deneme ve öyküyü o denli bir keyifle yazıyorum ki; yazdığım deneme ya da öykünün bazı sayfalarına o an usuma düşen dize ya da sözleri not ediyorum. Birkaç ay sonra o notlara dönüp ya şiir ya da öykü oluşturuyorum. Deneme de, şiir de yazarken büyük emek istiyor. Yani öyle coştum, dalgalandım ya da duygulandım diyerek şiir de deneme de yazılmıyor. Deneme ve şiir yazarken ne yazacağımı ilk önceden tasarlamam pek. Önceden sevdiğim bir deneme kitabını ya da sevdiğim bir şairi okumaya başlarım. Bu bir etkileşim ya da sinerjiyi beraberinde getirir. Bazen saatlerce bir sözcüğü ya da cümleyi bekler dururum. Bulduğumdaysa öyle hızlı yazmaya başlarım ki, yazının kendi hızına yetişemem; bu ise denemenin de bir ritmi olmasından kaynaklanır. Denemeyi daha hızlıca, şiiri ise çokça çalışarak, ikisini de sadece geceleri yazıyorum. Homeros şiir için kanatlı sözler demiş ya, onu kanatlandıran şey birlikte doğduğu müzik ve dans yani ritim olmalı.
Eczacı ve şair. İlaç yapmak ile şiir yazmak benzer mi birbirine? İlacın şiir mi?
Eczacılığın eski dönemlerini, daha doğrusu ilaç yapılan, eczacılık deyimiyle bilgiye dayalı, majistral yani formül ilaç üretim tarafını seviyorum. Danışman eczacılığı, halkın yanında olmayı da. Çünkü o tip eczacılığın içinde emek ve özveri var. Eczaneye gelen ve bizden yardım isteyen birini bilginiz ve isteğiniz olmadan yanıtlayamazsınız. İlaç yapmakla şiir arasındaki benzerlik sadece bilgi, beceri ve emek düzeyindedir. Yazdığınız bir şiiri senin dışında birinin de beğeniyor olması, bilginle ürettiğin bir ilacın hastaya yararlı olması ve onu tedavi ederkenki aşaması benzerlik gösterebilir. Şiirlerimizin ilaç olması okuyan ve okuduğunu anlayan usa göre değişebilir; görecelidir yani. Okuyanın o anki ruh haline uygun şiir ya da müzik ilaç gibi olabilir bazen.
Diyarbakırlı bir Ermeni. Ve Kürt dostu. Türkiye’de bu bir insana ne hissettirir?
Bu coğrafya, muhafazakâr ve milliyetçi insanların çoğunlukta olduğu bir yapıyı size her durumda hissettirir. Bu ister istemez kendini öteki hisseden birey üzerinde bir baskı yaratır. Oysa aynı dili konuşurken dahi olaylara, haberlere, ekonomik göstergelere farklı yorumlar getiriyorsundur. Küçük memleketlerde, örneğin Diyarbakır’da yaşarken bu baskıyı büyük metropollerdeki kadar hissetmediğinin de ayırdına varıyorsun. Oradaki halk arasında kendini bu denli yalnız hissetmediğinin de farkındasındır. Çocukluk zamanında belki ama sosyalist bilincin yükseldiği 1970’li yıllarda Ermeniliğim aklıma dahi gelmezdi. Kürt dostu olma konusuna gelince tüm halkların dostu olduğumu fikir olarak kendime daha yakın bulurum. Bana insanca bakan, dostluğunu gösteren her bireyi kendime yakın hissederim. Şöyle bir düsturum vardır kendimce: Kucaklanmak istiyorsan kollarını açmalısın.
Sen Diyarbakır’ı, Diyarbakırlı Ermenilerin hayatını çok güzel öykülüyorsun. Diyarbakır senin için ne ifade ediyor?
Buna kısaca hayat diyorum. O yaşanılan mahalleyi, sokağı, iyisiyle, kötüsüyle hemhâl olarak yaşıyorsan bunu elbette yazarken de okuyana hissettirebilirsin. Bunda samimiyet vardır. Yalan yoktur. Benim öykülerimi okuyan bazı okuyucular gerçekle kurmacanın yer değiştirdiğinin farkına bile varmazlar. Öyküde geçen olay döngüsünü gerçek sayıp sorular sormaya başlarlar kimi zaman; öykünün kurmaca olduğunu söylemekten adeta utanç duyarım. Çocukluğum hep hikâye anlatan yayalarım, dedelerim ve iyi meselci olan dayım ve annem arasında geçti. Görsel ve işitsel hafızamın da güçlü olmasındandır belki… Ben aslında kendime bir memleket seç dediklerinde annemi örnek veriyorum. Annem nerelisin diye soranlara şöyle derdi: “Babam Tokatlı, annemse Malatyalı; soranlara ‘oralıyım’ diyorum. Eh Elazığ’da doğduysam mutlak oralıyımdır… Eşim Diyarbakırlı ve ben orada yaşıyorum; ‘o vakit Diyarbakırlıyım’ diyorum. İş dolayısıyla Sivas’a yerleştik on yıl kaldık. Bir çocuğum orada doğdu; ‘o vakit Sivaslıyım’, diyorum. Şimdi bir gelinim İstanbullu ve şimdi orada yaşıyoruz. Diğer gelinlerimden biri Tokatlı, biri Malatyalı. Şimdiyse soranlara ‘ben Anadoluluyum diyorum.” Eh ben de annem gibi soranlara ‘Anadoluluyum’ diyorum kısaca… Diyarbakır’ın ve Anadolu’nun öykülerini yazıyorum elbette.
Çocukluğunun Diyarbakır’ından en çok neyi hatırlarsın?
Çocukluğumda Ali Pir isminde benim çok sevip saydığım bir Ermeni dönmesinin evinde oturuyorduk. Dışa penceresi olmayan yüksek duvarlarla çevrili, Diyarbakır evinde geniş bir avlunun etrafında beş aile otururduk. Kendimizi küçük bir havuzu da olan o avluda çok güvende hissederdik. Dönme de olsa -ki Ali Pir camiye de giderdi- her Ermeni ailesi bayramda çörek için hamur yoğururdu. Ali Pir’in eşi Hatun nene çörek hamuru mayalanıp kabarınca Ali Pir’e fırına götürmesini söyledi. O ise “şimdi namaz vakti, beni elimde bir teşt çörek hamuruyla görürlerse Ermeni dölü derler, nasıl götüreyim.” O hamur teştten mayalanıp taşınca Ali Pir hırsından ve üzüntüsünden çocuk gibi ağlamaya başladı. Her zaman olduğu gibi kızarıp bızot olan yanağını gözyaşları söndürüyordu.
Kürt komşularınızın siz Ermenilere yaklaşımı nasıldı?
Çocukluk dönemlerinde biz daha küçük olan çocukların yolunu bizden yaşça büyükler çokça keserdi. Kestiklerinde de iki işaret parmağını yan yana ya da haç oluşturacak şekilde üst üste koyup “belesen yohsa belesen.” Sonra da parmaklarımızla haç yaptırıp üzerine tükürtürlerdi. Ancak aileler, yerel halk hatta köylüler sanatkâr olan Ermenilere iyi davranıp sayardı. Her mesleğin sanatkârlarının neredeyse tamamı Ermeni’ydi. Soyadları da yaptıkları meslekle ilgili olurdu daima. 1960’lardan itibaren ekonomik durumlar gerekçe gösterilerek yaşam şansı kalmadığından şehrin Hristiyan halkları birer birer önce İstanbul’a oradan da çeşitli Avrupa kentlerine göç etmek zorunda kaldılar.
Bugün Kürt siyasetinin Diyarbakır’ın Ermeni tarihine yeteri kadar sahip çıktığını düşünüyor musun?
O da göreceli işte. Bazı il ve kasabalarda sahip çıkılıyor ancak tüm coğrafya için söz konusu değil. İşte Diyarbakır bu konuda daha sahip çıkan konumda; bazısında ise yöneticiler farklı, Ermeni ya da Süryani mallarına el koymuş olan yörenin feodal unsurları farklı düşünebiliyorlar. Yani hep bir el koyma, yağmalama durumu var. İşte Mardin’de, Midyat’ta bunu halen görerek yaşıyoruz. Tabii bunların çoğunda, devlet de aynı düşüncede olduğu için yaşanıyor. Yani Kürt siyasetine yön verenler bazen istese de engel olamıyor. Kürtler de kimi zaman kendine bir tarih oluşturma sürecinde farklı bir anlatım kurgulayabiliyor. Bu biraz da o coğrafyanın kadim halklarının gittikçe azalmasından, çoğalan diğer halkın kendini o toprağın şimdiki sahibi hissetmesinden kaynaklanıyor. Bu da onlara göre normal sayılsa da bizi incitiyor.
İstanbul’da da Diyarbakır’ı yaşayan bir Diyarbakırlısın. Özel yaşamında Diyarbakır’ı nasıl yaşatıyorsun gündelik hayatında?
Pek yaşattığımı söyleyemem. Ama Diyarbakır’ın ismini her duyduğumda bir yerim kanıyor sanki. İşte öykülerde ya da şiirlerimde illaki bir memleket sözü geçiyor. Diyarbakır’ın sözleri ve yaşadığımız hayat sanki bana zimmetli; sahip çıkmaya çalışıyorum. En çok birkaç hemşerimle bir araya geldiğimizde hissediyorum memleketliliği; dilim değişiyor, şivem farklılaşıyor; gülüşüyoruz. Türküleri unutmuyorum tabii ki; sazı ya da cümbüşü alıp eğleniyoruz. Düğün ve nişanlarımızda, özel günlerde hep memleket özlemiyle tutuşup Ermenice, Kürtçe ya da Türkçe ezgiler seslendiriyoruz hatta halay çekiyoruz.
Kendini şiirde herhangi bir ekole bağlı görüyor musun?
Çeşitli şiir üslûpları denesem de sanatta akım olmanın önceden belirlenmiş bir izleği yoktur kanımca. Doğrusu şiir yazarken bir ekole göre mi yazıyorum acaba? Bilmem ki. Hece ölçüsüyle yazmak kolay gelse de benim şiirimi anlatacak gibi hissetmiyorum zaten. Gerçeküstücülük halen devam ederken imge gelip şiirimizi sihirbazca kuruvermeye başladı bence. Bazen öyle türkü sözleri duyuyorum ki Bedri Rahmi Eyüboğlu düşüyor usuma:
“Şairim
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası
Ayak seslerinden tanırım
Ne zaman bir köy türküsü duysam
Şairliğimden utanırım, diyor ya…”
Yani bizlerden önceki şairler ve şiirlerini bilmek, destanlar hakkında bilgi sahibi olmak; divan edebiyatı, Beş Hececiler, Garip akımı, Birinci Yeni ve İkinci Yeni şairlerini ve şiirlerini takip etmek herhangi bir şairin kendi şiirinin poetikasını oluşturması açısından önemli. İkinci Yeni’ye karşı olan dünya edebiyatından faydalanan solcu şairleri suçlu gibi gören Attila İlhan, Asım Bezirci gibi büyük şairleri okuyup etkilenmemişsen, entelektüel ve estetik birikimin, tarih ve sosyal bilincin yoksa nasıl şair olunur ki… Tiyatrodan, ressamlardan, heykeltıraş ve sinemacılardan etkilenip takip etmiyorsan diye de devam edebilirim. Yani ben şiirde bir ekolün varlığına pek inanmayanlardanım. Bütün bir toplum ideolojik bir değişim sürecindedir; şiir de…
Türkçe şiir ortamının bugünkü halini nasıl değerlendiriyorsun?
Şiirin az yazıldığı dahası az okunduğu hatta para etmediği zamanları yaşıyoruz. Yayınevleri ya hiç şiir kitabı basmıyor ya da para ile basıyor. Basılan kitaplarsa kitapçı raflarında kendine yer bulamıyor. Dağıtıma girmiyor. Çok iyi tanınan şairlerin kitapları bile okunmuyor neredeyse. Bilgi o denli hızlı değişiyor ki şair de kendi bilgisini sorgular durumda. Yazarlar kendilerine kitap raflarında yer bulamıyor ki; o raflar birilerine pazarlanıyor. Bunu da tüccarlık yapan medya beceriyor. Popüler ve yozlaşmış kültür sinemada da, şiirde de, tiyatro ve resimde de kendini önplana çıkarmasını biliyor. Yapılan pespaye müzikler de bundan payını almasını biliyor. Eh, bilimin, matematik ve fiziğin hatta kimyanın seçmeli ders olduğu ortamda ne olabilirdi ki…
Elektroşok gerekir
Nasıl bir Türkiye, bir ülke özlemi içindesin?
Global ekonomi dedikleri çarpık baskıcı kapitalizm yaşam kaynaklarını, ağaçları, suları kendine bağlayarak sahiplenirken insanların yaşam haklarını da yok sayıyor. İşte iklimlerin değiştiğinden, ozon deliğinin büyümesinden, sıcaklık etkisiyle buzulların erimesinden; gelecek on yıllarda şimdi yaşayan birçok hayvanın, böceğin ve bitkilerin olmayacağından söz ediliyor. Artık şair, yazar ya da diğer sanat kollarına mensup sanatçılar, aydınlar ne yapmalıyım’ı sorgulamak zorundadır. Elbette demokratik, insan haklarına saygılı; bu coğrafyanın etnik yaşam tarzı korunurken, hem ülkemiz halkları hem de komşu halklarla barışçıl bir tutum içerisinde gelişmesinin yegne önceliğimiz olmasını temenni ediyorum. Tabii ki şu an özgürlükleri elinden alınmış birçok gazeteci, bilim adamı ve siyasi liderin bir an önce özgürlüklerine kavuşmasını da temenni ediyorum. Ancak şunu da biliyorum; “Romanya’nın kaderini değiştirmesi için bir elektroşok gerekir” demiş ya Cioran; Türkiye’nin de böyle bir elektroşoka ihtiyacı var. Memleketin bu halini, gaddar ve ceberut devlet anlayışını sevmiyorum. Bu çözümsüz, bizi yeis içine sürükleyen sorunlarla yaşamımızın sonuna dek çatışacağız sanırım. En iyisi Cioran gibi Alzheimer olup her şeyi unutmak belki de. Zaten geriye kalan yaşadıklarımız değil sadece ürettiğimiz şiirlerimiz, deneme ve öykülerimiz belki de yaptığımız resimlerimiz kalacak. Onlar da olmasa… Tanrı imdadı ise biçare insanın çaresizliği sadece