31 Mart ve 23 Haziran seçimlerinin ardından Türkiye yeni bir sürece girdi. Tarihinin en ağır yenilgisini yaşayan AKP cephesinde de, muhalefet tarafında da tartışmalar sürüyor, yeni yol haritaları çiziliyor. Bu koşullarda hazırladığımız dosyamızda, görüştüğümüz siyasi odaklar ve toplumsal kesimlere, öncelikle ‘şimdi ne olacak’ sorusunu yönelttik. Gelinen noktada, bir demokrasi cephesinin imkânlarını, mevcut muhalefet toplamının nasıl bir ittifaka dönüştürülebileceğini, bunun hangi temeller üzerine kurulabileceğini sorduk. Aynı çerçevede, yeni bir demokratik anayasa meselesinin nasıl ele alınabileceği de başka bir sorumuzdu. Ortaya çıkan tabloyu okurlarımızla paylaşıyoruz. Dosyamızın son gününde konuklarımız Özgürlük İçin Hukukçular Derneği Eşbaşkanı Avukat Ayşe Acinikli ve HDP Ekoloji Komisyonu Üyesi Cemil Aksu oldu.
Ayşe Acinikli/Özgürlük İçin Hukukçular Derneği Eşbaşkanı
Şu anda yargı ile ilgili aslında en büyük sorun kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, yürütmenin yargıya emir verir hale gelmesidir. Yani, yürütmenin yargı üzerindeki tahakkümü o hale gelmiştir ki, yasalar ve Anayasa atıl kalmış durumdadır
31 Mart-24 Haziran arası farklı bir tablonun ortaya çıktığını elbette yadsıyamayız. Ancak bu tabloda bizce dikkat edilmesi gereken husus bir şeye karşıt olmak üzerinden Demokrasi İttifakı’nın oluşturulamayacağı, en azından bu siyasetin uzun vadeli olamayacağıdır. Zira, bir ittifaktan bahsedilecekse, özellikle de bunun adı demokrasi ittifakı olacaksa burada belirlenmesi gereken ortak hedefler ortak değerler olmak zorundadır.
Anayasa meselesine gelince, AKP zaten sadece anayasa üzerinde değil yargıda da topyekûn bir yama siyasetiyle hareket etti. Bu nedenle, aslında şu anda işin içinden çıkmakta gerçekten zorlanıyoruz. Yani torba yasalarla, bir kanundaki bir kelimenin ya da bir cümlenin üzerinde değişiklikler yaparak 17 yıldır yargıda bir yapboz düzeni işliyor. Bu durum sağlıklı olmadığı gibi hukukun ruhuna da uygun değildir. Bu açıdan yeni bir anayasa yapılmak isteniyorsa bunun baştan sona üzerinde ayrıntılı düşünülerek, bütün toplumun iradesini ve ihtiyaçlarını yansıtacak şekilde, hukuki değerlere, insan haklarına ve özgürlüklerine dikkat edilerek düzenlenmesi ve oluşturulması gerekiyor. Kesinlikle, özellikle de Anayasa söz konusu olduğunda yama siyaseti ile ve baştan savma bir şekilde bir yere varılamayacağı açıktır.
Herkesi susturmak istiyorlar
Bildiğiniz gibi daha bugünlerde halkın iradesiyle seçilmiş belediye başkanlarının görevden alındığını ve yerlerine yolsuzluk, usulsüzlük yapan memurların atandığını öğrendik. Bu durumda, iktidarın toplumsal bir sözleşme istemediği, sadece kendisinin istediğin şekilde bir anayasa yapmak istediği açıkça ortadadır. Zaten toplumsal sözleşmede söz söyleyebilecek ve sürece katkı sunabilecek bütün STK’ler kapatıldı ve toplumun/ muhalefetin sesi susturuldu. Bu süreçte, sadece ‘Sarı STK’ diyebileceğimiz, iktidara yakın ve iktidarın sözünden çıkmayan STK’lerin kapatılmadığı göz önüne alındığında, gerçek bir anayasa sürecinin geliştirilebilmesi çok mümkün görünmüyor. Aslında yapılması gereken, toplumun her kesiminin ihtiyaçları ve eksiklikleri bildirmesi ve bu doğrultuda bir anayasa hazırlanmasıdır. Hukukçular komisyonu elbette işin teknik boyutu ile önemlidir. Yapılan düzenlemelerin, hakların, özgürlüklerin garanti altına alınabilmesi için kullanılacak dil açısından önemlidir ve bir açık kalmaması, iradenin doğru yansıması açısından bir hukukçular komisyonu şarttır. Fakat bütün eksiklikleri hukukçular komisyonu üzerinden tespit edebilmek tabii ki mümkün değildir.Elbette ki, bütün süreçler tamamlandıktan sonra halktan sadece evet ya da hayır talep etmek insanları mecbur etmektir. İradenin, ihtiyaçların, eksiklerin doğru yansımaması sonucunu ortaya çıkarır. Bu yüzden, bir anayasa yapılacaksa, daha önce toplumsal ihtiyaçları giderecek şekilde, hak ve özgürlükleri genişletecek şekilde, bütün kesimlerin sözlerinin alınarak yapılması gerekmektedir.
Yargı tahakküm altında
Şu anda yargı ile ilgili aslında en büyük sorun kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılması, yürütmenin yargıya emir verir hale gelmesidir. Yani, yürütmenin yargı üzerindeki tahakkümü o hale gelmiştir ki, yasalar ve Anayasa atıl kalmış durumdadır. Artık mahkemelerin ve hâkimlerin yasaya ya da Anayasaya uygun davranmakla ilgili değil, iktidarı memnun edecek karar vermek ile ilgili kaygıları vardır. Öte yandan, şöyle bir sorunu da dillendirmek gerekiyor: Yapılmak istenen anayasa, mevcut Anayasa’nın gerisinde olacaksa, bunun önüne geçmek de gerekli. Maalesef böyle bir tehlike de var. Ve elbette, yasalar ve anayasalar uygulanmadıkları müddetçe bir anlam taşımazlar.
Toplumda yeni bir değişikliğe ihtiyaç olduğu şüphesiz bir gerçekliktir. Fakat toplum, artık o kadar kutuplaşmış durumda ki, kutuplaşmanın ortadan kaldırılması, insanların yeniden seslerini duyurabilecekleri kanallar oluşturması kısa vadede yapılabilecek şeyler değil. Bir de yaşanan bütün her şeyden sonra güven duyulacak siyasi bir ortam şu anda mevcut değil. Hukuk güvenliğinin ortadan kalkmış olması da ayrı bir sorun. Yani insanlar söylediklerinin yarın suç olacağını düşünürlerse söz söylemekten de doğal olarak çekinirler. Şu anda yaşanan baskı ve faşizm ortamında insanların iradelerini doğru yansıtabilmeleri, sözlerini çekinmeden korkmadan söylemeleri de pek mümkün görünmüyor. Toplumsal bir değişiklik ve yeniden başlamak elzem olmakla beraber, bunun tesisi için çok çalışmak gerektiği de ortada.
Neden yerelde meclisler kurmuyoruz?
Cemil Aksu/HDP Ekoloji Komisyonu Üyesi
7 Haziran sonrası başlayan süreçte en büyük darbeyi alanlardan biri çevre ve çevre hareketleri oldu. Çünkü iktidarın yeniden “devlet terörü” yöntemine başvurması ile sadece Kürt siyasal güçlerine değil bütün toplumsal muhalefete karşı her türlü şiddet ve baskı mekanizması devreye sokuldu. Hukuksuzluk, kuralsızlık genel kaide haline geldi. Çevre hareketleri de, AKP’nin “enerji ve inşaat odaklı sermaye birikimi modeli”ne karşı en önemli direnç noktası olduğu için baskıya maruz kaldı. Hele 15 Temmuz’dan sonra, mahkemeler otomatiğe bağlanmış gibi, çevre davalarını reddetmeye başladı. Şirketler, önceki mahkeme kararlarını hiçe sayarak jandarma eşliğinde hemen işe koyuldular.
Çevreye saldırı
AKP döneminde en fazla değişikliğe uğrayan hukuk alanlarından biri çevre hukuku olmuştur. Anayasa ve yasalardaki doğanın korunma- kullanma dengesi ile ilgili neredeyse bütün yasalar tahrip edilmiş, onun yerine doğanın kullanılması, tahrip edilmesi için şirketlerin ne kadar talebi varsa onu karşılayan ısmarlama yasalar yapılmıştır.
Dolayısıyla bu OHAL ya da faşist baskı rejiminden ama aynı zamanda da 12 Eylül artığı Anayasa’dan da kurtulmak, demokratik ve ekolojik bir anayasa talebimiz elbette var. Ama maalesef çevre hareketinde hala ağaçları kurtarma derdinde olduğumuz için henüz bir anayasa talebini güncel bir talep olarak gündemimizde yok.
Çok boyutlu kriz
Son seçimlerden sonra oluşan ortamda yaşanan çok boyutlu krizden çıkış arayışları da henüz çok kararlılık kazanmadı. Anayasa tartışmaları geliştikçe çevre hareketi de ekolojik bir anayasa talebini gündemine alacaktır. Bizim en öncelikli talebimiz de, anayasanın ilk maddesinin, insan ile doğanın çıkarı karşı karşıya geldiği her durumda doğanın çıkarı önceliklidir, olmasıdır. Bütün canlıların temiz sağlıklı suya erişimini garanti eden ve suyu bir varlık olarak tanıyan su hakkının anayasal güvence altına alınması, ormanların ve tarım arazilerinin radikal korunma tedbirleri ile koruma altına alınması… Bu ve benzeri taleplerimiz var.
Muhalefet pasif
Bildiğimiz bütün anayasaları devletin ve egemen sınıfların güvendiği hukukçular yazmış ve yine onlar arasındaki bir uzlaşı ile yürürlüğe girmiştir. Hele bizde, anayasa esas olarak devleti korumak, güçlendirmek, toplumu ve bireyi zayıflatmak, acz içinde bırakmak mantığı ile yazılmış, çizilmiş.
Demokratik bir anayasa süreci elbette toplumdaki en alttakilerin ve en kenardakilerin katılımının sağlandığı, sözlerini, taleplerini ifade ettikleri ve o metne yazdırabildikleri bir süreç gerektirir.
Bu noktada aslında muhalefet de çok pasif, sıradan. Örneğin herkes meclisler, forumlar tarzında çalışmaktan bahsediyor, katılımcılıktan, ya da en azından demokrasiden yani halkın kendi kendini yönetmesinden bahsediyorlar fakat muhalefetin en güçlü olduğu yerlerde bile İstanbul’da İzmir’de, Amed’de bile, gerçek bir halk meclisi yaratılamıyor. Demokrasi fikri radikalleştirilmiyor. Neden İstanbul’un hadi hepsinde değilse bile Kadıköy, Beşiktaş gibi ilçelerinde otonom, demokratik bir halk meclisi kurulamıyor? Örneğin, Taksim Dayanışması neden bir Halk Meclisi olarak yeniden ihya edilemiyor? Yani muhalefet bile anayasasını belli bir uzmanlar sınıfı ile yapıyor.
Örgütlülük lazım
Elbette demokratik bir anayasa, gidip TÜSİ- AD’a, bilmem hangi iş çevresine sorarak yapılamaz. Ama burjuva bir sistemde de kimse gidip, Artvin’deki, Hasankeyf’teki, Kazdağları’ndaki ekolojik yıkıma tanık olan yurttaşlara fikrini sormaz, sormayacak. Ama onların görüşünü yansıtmayan bir anayasa da hiçbir zaman “toplumsal sözleşme” olmayacak.
Anayasa, toplumdaki değişik sınıfların, zümrelerin, katmanların, siyasal olarak örgütlülüğe sahip yani bir güç sahibi kesimler arasındaki bir uzlaşıdır. Siz bu masada yer alabilmeniz için örgütlü olmanız lazım. Yazılı yasaları da uygulatan bu güçtür. Toplumsal konularda özellikle, kamuoyu baskısı olmadığında işler her zaman şirketlerin lehine sonuçlanır, para sahibi olanların lehine sonuçlanır. Çünkü burjuva bir toplumda para, silah ve bürokrasi kimde ise siyasal gücü o kullanır. Bu trioya bir tek halk gücüne sahip olanlar ya da örgütlü halk karşı durabilir, oyunlarına çomak sokabilir. Egemenler öyle ya da böyle bir uzlaşı ile yaşadıkları krize çare arıyorlar. Ezilenler, dışlananlar, emekçiler, ekolojistler, kadınlar bu oyuna kendi anayasa fikirleri için mücadele etmedikçe elbette onlar lehine hiçbir şey olmayacak. Belki bir parmak bal çalacaklar ağızlarına, ortamı rahatlamak için o kadar. Dolayısıyla en demokratik anayasa bile olsa, toplumda güç, para vb. eşitsizlikleri olduğu müddetçe adalet de olmayacaktır. Adaleti sağlamak için her zaman bu eşitsizlik ilişkisinde altta kalanlar hakkını almak için mücadele etmek zorunda.
BİTTİ