Cihat, en kestirme tanımıyla Dar-ül Harb topraklarını Dar-ül İslam’a çevirme mücadelesidir. Müslümanların yönetmediği ülkeler savaş alanıdır ve savaşta her yöntem mübahtır. Tabii ki bu basit cihatçı İslam ideolojisiyle donanmış herkesin içinde yaşadığı ülkeye savaş açması söz konusu olamaz. Burada Leninist literatürden alıntı ile “en zayıf halka” anlayışının geçerli olduğu söylenebilir. Küresel “kafir düzeninin” zayıf halkası 1990’larda Yugoslavya idi. Daha sonra Çeçenistan oldu ama kaybedildi. Son yıllarda ise Suriye ve Libya.
Beynini bu ideoloji ile besleyen on binlerce insan var dünyamızda ve bunların uluslararası yer değiştirmelerini tanımlamak üzere bir “cihat turizmi”nden söz etmek mümkün. Özellikle son sekiz yıldır Türkiye’nin bu turizmin en önemli transit geçiş noktası olduğu hatta daha doğru deyişle bir aktarma istasyonu işlevini yerine getirdiği söyleniyor. Rusya, Özbekistan, Kazakistan, Malezya, Endonezya, Çin, Bosna, Arnavutluk başta olmak üzere onlarca ülkeden binlerce cihatçı, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçiyor. Bazıları, Türkiye sınırları içinde askeri eğitim alıp silahlandırılıyor. Hatay ve Gaziantep illeri sınırları içinde bu amaçla oluşturulmuş kamplar olduğu biliniyor.
Rakamlarla konuşmak gerekirse, sadece Rusya, 2,500 Rus vatandaşının ve eski Sovyet cumhuriyetlerinden 7,000 kişinin Türkiye üzerinden Suriye’ye geçtiğini söylüyor. Bu rakamlar, IŞİD’e katılan militanların sayısı olarak belirtilmiş. Suriye’de faaliyet gösteren onlarca başka cihatçı örgüt olduğu göz önüne alındığında, Rusya’dan açıklanan rakamları en az ikiye katlamak gerekiyor. Çin Halk Cumhuriyeti de, Türkistan İslam Partisi üyesi binlerce Uygur militanının önce İstanbul’un Zeytinburnu semtinde toplandıklarını ve buradan “Cihat otobanı” tabir edilen rota üzerinden Suriye’ye geçirildiklerini söylüyor. Yalnızca Rusya ve Çin değil, yukarıda belirtilen Asya ve Balkan ülkeleri dışında binlerce Avrupalı cihatçı da Türkiye üzerinden Suriye’ye giriş yapıyor. Dahası, Ürdün, Libya ve Lübnan gibi Arap ülkelerinden Suriye’ye geçmek isteyen cihatçılar da güney sınırının Suriye devleti kontrolü altında olması nedeniyle önce Türkiye’ye geliyor; buradan Suriye’ye geçiyorlar. Bütün bunların Türkiye istihbaratının bilgisi ve yardımı sayesinde olduğu iddia ediliyor.
AKP devleti, Suriye macerasına başlangıçta CIA’nın desteğiyle girdi. Finansman ise asıl olarak Katar’dan geliyordu. Independent gazetesi Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn’e göre, Asya, Kuzey Afrika ve Avrupa menşeli cihatçı gruplar, İstanbul ya da Ankara’ya uçakla gelerek hücre evlerinde kalıyorlar. Daha sonra otobüslerle Suriye sınırını geçiş noktalarına aktarılıyorlar. Aynı rota, Katar devleti ve Körfez menşeli özel finansörlerin sağladığı silah, teçhizat ve mühimmat için de kullanılıyor. Cockburn, bu soruları yönelttiğinde Türkiye devleti yetkililerinin “Türkiye’ye her yıl 34 milyon turist geliyor; her sakallı turisti tutuklayamayız” yanıtını verdiklerini aktarıyor. Ama şunu da eklemeyi ihmal etmiyor: O turistlerin büyük çoğunluğu Suriye sınırında tatil yapmıyorlar.
Ülkeler, sınır ötesi çatışmalara katılma iradesi gösterdiklerinde bunun bir hukuki ve mali prosedürü vardır. Önce bu yönde ortak bir karar alınır ve ardından ülkenin yasama organı tarafından bu iş için bütçe ayrılır. Türkiye’de bunlar yapılmadı. Hangi hukuki gerekçeye dayanıldığı bilinmeyen nedenlerle, Türkiye sınırları dışındaki Jerablus, El Bab ve ardından Afrin topraklarına girildi ve yerleşildi. Türk ordusu Idlib’de gözlem noktaları oluşturdu. Şimdi, Rusya ve Suriye askeri güçleri Türkiye’yi oralardan söküp çıkarma hazırlığı içinde. Bu çerçevede Türkiye’nin muhalif siyasal yapılarının sorması gereken çok fazla soru var. Ve bu soruların neden zamanında sorulmadığı da ayrıca sistemik muhalif bir soru.
Bugün AKP rejimi, Suriye’de Baas diktatörlüğünün yıkılması hedefinin gerçekleşmeyeceğini anladığı noktada, dikkatleri Fırat’ın doğusuna, Kürt güçleri tarafından kontrol edilen topraklara çevirmeye odaklanmış bulunuyor. Böylelikle hedefi küçülterek, Kürt siyasal iradesinin Suriye toprakları içinde egemenlik alanı oluşturmaması amacına kitlenmiş durumda. Bu ırkçı tavır ABD yönetimi tarafından kabul edilmeyince bu kez şaşkın tavuk misali ülke içinde seçilmiş yerel yönetimlere saldırmaya başladığını görüyoruz.
Eğer Türkiye’de siyasal muhalefet doğru zamanda doğru soruları sorarak AKP rejimini yasama organı önünde hesap verme mecburiyetine çekme iradesini gösterseydi, bütün bunların yaşanmasına gerek kalmayabilirdi.