Proleterleştirmenin nufus bakımından sınırına dayanmasının kapitalizmin yani genelleşmiş sermayeye dayalı üretimin gelişme süreci açısından büyük bir tarihsel kırılma meydana getirmesi gerekir. Çünkü sermayeye dayalı üretimin vazgeçilmez döngüsü, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin yükselen bir ivmeyle sürdürülmesidir. İnsanların temel biyolojik ve toplumsal gereksinimlerini hemen tamamen meta üretimi aracılığıyla karşılandığı ve toplumsal üretim etkinliğinde bulunan emeğin hemen tamamen emek gücü formunu kazandığı bir üretim kompozisyonunda, proleterleştirilebilir nufusun sınırına ulaşılması halinde üretilebilir değer kitlesinin sonuna gelinmiş olur, artık değerin genel oranı hızlı bir biçimde düşerken, üretilen artık değer kitlesi de daralmaya başlar. Bu durumda kapitalizmin sürdürülebilmesi için bugüne kadar değer üretiminin kaynağı olmayan emekten/insan çabasından bir tür simyagerlikle değer üretmeye başlaması gerekir.
Kapitalizm, değer üretiminin kaynağı olmayan emekten değer üretmeyi daha önce başarmıştı. Sömürge halklarının emek ürünlerinin gaspıyla genişletilen sömürgeci sermayenin yeniden üretimini bu duruma bir örnek olarak vermiştim. Tartışmayı ilerletmek için bu konuya biraz daha açıklık getirmem gerektiğini sanıyorum. Verdiğim örnek, klasik sömürgecilik ilişkileri içerisinde gerçekleşen ekonomi-dışı zora dayalı sömürü ilişkisinin değer üretimini geliştirici fonksiyonlarından biridir. Açık işgal altındaki sömürge halklarının emek ürünlerinin gaspıyla sömürgeci merkeze aktarılan maddi servet, yani “kullanım değerleri kitlesi” değişim değeri kitlesini nasıl genişletmektedir? Üretilirken değer içermeyen kullanım değerlerinin değişim değeri kazanması hangi safhada olmaktadır? Sömürge halkının kendi toplumsal işbölümü içerisinde ürettiği ve sömürgeci pazara sunulmak üzere üretilmeyen, zorla, açık ve doğrudan bir biçimde (talan veya “vergilendirme” yoluyla) el konulan ürünlerin veya sömürge halkının köleleştirme ya da angarya usulleriyle ürettiği ürünlerin sömürgeci merkeze aktarılmasından önce bu ürünlerin bir değişim değeri içermediği, ancak gaspedilip sömürgeci merkeze aktarıldıktan sonra bir değişim değeri kazanacağı ortadadır.
Bu durumu şu örnekle daha da somutlaştırabiliriz:
Diyelim ki Terzi Ahmet Usta, kendisi için bir elbise dikti ve gardrobuna koydu. Terzi Ahmet Usta’nın kendisi için diktiği elbisenin bir kullanım değeri vardır ancak Usta onu piyasaya sürmek için değil kendi kullanımı için diktiğinden bu elbise meta değildir, değişim değeri içermez ve üretilmesi için sarfedilen emek soyut toplumsal emek kitlesine katılmaz. Şimdi Terzi Ahmet Usta’nın evine giren bir hırsızın, elbiseyi çaldığını ve Ahmet Usta’ya elbise yaptırıp satan bir mağazacıya sattığını, mağazacının da elbiseyi hırsızdan, Ahmet Usta’dan alacağı fiyatın yarısına alıp rayiç fiyattan satışa sunduğunu düşünelim. Artık Ahmet Usta’nın kendisi için diktiği elbise bir meta haline gelmiştir. Elbisenin değerinin içerisinde oluştuğu soyut toplumsal emek kitlesine bu kez terzinin sarfettiği emek zamanının yanında hırsızın emek zamanı da katılmıştır. Ancak, terzinin “ödenmemiş emeği”, hırsızın emeğiyle ortaya çıkan bu değer artışının hesaba katılmasının önüne geçer. Hırsızın anlaşma halinde olduğu semt karakolunun hırsızı yakalayıp mağazanın vitrinindeki elbiseyi terziye iade etmemesi nedeniyle, mağazacının vitrinindeki elbise, soyut toplumsal emeği, sanki onu terzi üretmiş ve satışa sunmuş gibi genişletir. Burada hırsız, onunla işbirliği halindeki semt karakolu ve mağazacı, toplumsal üretim sürecine özgün bir biçimde eklemlenmiş ve değer kitlesini “olağan koşullardaki birim üretime” referansla genişletmişlerdir. Bu süreçte polis ve hırsız, elbisenin meta olarak gerçekleşmesini sağlayan “hizmet emeği”nin icracıları olarak üretken olmayan emek sarfetmekte, elbisenin tamamı artık değere dönüşmüş olan değerinin bir kısmını “hizmet karşılığı gelir” olarak almakta, artık değerin geri kalanı ise mağazacının karıyla gerçekleşmektedir. Örneğimizdeki hırsız, işbirlikçisi polis ve hırsızlık malı alıp satışa sunan mağazacı sömürgeci devlet ve sömürgeci sermayeyle, Terzi ise her ne amaçla ve biçim altında olursa olsun ürettiği ürünü sömürgeci tarafından gasp edilen sömürge halkıyla benzer konumlarda bulunmaktadır.
Böylece kapitalizmin, üretildiği anda değer ve artık değer içermediğini düşündüğümüz ürünlerle de değer ve artık değer kitlesini genişletebildiğini göstermiş oluyoruz. Daha fazlasını değil.
Bir önceki bölümde, bu örneğin günümüzdeki karşılığının en göze çarpan biçimlerinin “boş zamanın sömürgeleştirilmesi”nde görülebileceğini söylemiştim.
Bu olgunun “toplumsal emek zamanını genişletici” yönü, sermayeye dayalı üretimin, “proleterleştirilebilir nufusun sınırına varılmasıyla, değer üretiminin de sınırına varılması” zorunluluğunu ne ölçüde ortadan kaldırabilir? Şimdilik bunun “kapitalizmin geleceğini kurtaracak” boyutlara varamadığını kestirebiliriz.
Ama kapitalizmin toplumsal emek zamanını genişletmek için sadece boş zamanı sömürgeleştirmekle yetineceğini kim söyledi?
Bu alandaki ikinci olgu olarak, ödenmemiş ev içi kadın emeği ve çabasının sermayenin değerlenme sürecinin bir girdisine dönüşmesini inceleyelim.
Neoliberalizmin en önemli marifetlerinden biri de, bugüne kadar meta üretiminin konusu olmayan, meta üretiminin konusu haline getirilmesi hayal dahi edilemeyecek, hava gibi, su gibi kullanım değerine sahip herşeyi meta üretiminin konusu haline getirmesidir. Ancak neoliberalizmin marifetleri bununla sınırlı değil. Neoliberalizm aynı zamanda bu kullanım değerlerini üreten “üretken olmayan emek” kitlesini de üretken emek, yani değer ve artık değer üreten emek haline getirmekte muazzam bir beceriye sahip. Neoliberalizmin bu marifetini ilk gördüğümüz yer kamusal hizmetler alanının metalaştırılması ve bu hizmetlerin üreticilerinin proleterleştirilmesi oldu. Elbette böylelikle sermayenin değerlenmesi için çok geniş bir yeni üretim hacmi oluşturuldu. Ama bundan çok daha büyük bir değerlenme alanının, ev içi kadın emeği ve çabasının ortaya çıkardığı ürün ve sonuçların bir bütün olarak metalaştırılması ve “ev kadını”nın değer ve artık değer üreticisi haline getirilmesiyle yaratılmakta olduğunu görüyoruz.
Ev içi kadın emeği ve çabasının ürün ve sonuçlarının meta üretiminin konusu haline getirilmesi elbette yeni bir şey değil. Özellikle vasıflı kadın emeğindeki istihdam artışına paralel olarak “ev işleri”nin, (yemek, çamaşır yıkama ve ütüleme, ev temizliği ve düzenlemesi, çocuk bakımı ve eğitimi, yaşlı ve hasta bakımı vb.) meta üretiminin konusu haline gelmesinin genel bir tarihsel gelişme eğilimi olduğu ortada. Yeni olan, nufusun neredeyse tamamının kentlere yığıldığı bir toplumda temel mal ve hizmetlerin hemen tamamının metalaştırılması ve parayla ulaşılabilir hale getirilmesinin kadının “ödenmeyen” ev içi emeğini de değer ve artık değer üretiminin bir bileşeni haline getirmeye başlamasıdır.
Bundan 20-30 yıl önce, eve temizliğe gelen temizlik işçisi, kreş yaşının altındaki çocuğa bakan bakıcı, evdeki hastaya veya bakıma ihtiyaç duyan yaşlıya refakat eden hemşire/bakıcı ancak yüksek gelir gruplarının satın aldığı “lüks hizmetler” sınıfında yer alıyordu. Günümüzde bütün bu hizmetlerin artık ciddi bir “endüstrileşme seviyesi”ne ulaştığı ve giderek temel ihtiyaç kalemleri arasına girmeye başladığı görülüyor. Devletin, sosyal güvenlik kurumlarının çocuk bakımı, engelli bakımı ve eğitimi, yaşlı bakımına yaptığı “katkılar” ile birlikte düşünüldüğünde, “ev işleri”nin giderek genişleyen bir bölümü için bir fiyatlandırma sürecinin de başladığını söyleyebiliriz. Patriarka aracılığıyla “ev kadını” haline getirilen bağımlı-kadının, erkek işçinin emek gücünün yeniden üretiminde “değişmeyen emek” olarak karşılık bulan, dolayısıyla değer ve artık değer üretmeyen emeğinin, değer ve artık değer üreten metalaştırılmış bir emek (ya da muadili) haline hızla gelmekte oluşuna tanık oluyoruz. “Ev-içi proleterleşme”yi beraberinde getiren bu sürecin, kadın sorununda yaratmakta olduğu dönüşümleri elbette tartışmamız ve kavramamız gerekiyor. Öte yandan bu dönüşümün “ev işleri” ile tanımlanan toplumsal üretim alanını bir sınıf mücadelesi alanı olarak yeniden tanımlaması kaçınılmaz değil mi?