-1-
Hiç şüphesiz, günümüz dünyasında toplumbilimi açısından hemen hemen bütün alanlarda ciddi manada bir toplumsal dönüşüm yaşanıyor. Yaşanan bu toplumsal dönüşümlerin ümitkar bir noktaya doğru gitmediği hususu yaygın bir kanaat birliği olarak hemen herkes tarafından teslim edilmektedir. Bunun yanı sıra, düşünsel yönelimlerdeki hareketleri simgeleştiren önemli bir terminolojik kaymanın ve değerler merkezinin değişime uğradığı görülmektedir. Bugün, elli yıl evvelki ulus-devlet (mono-kültür) merkezli dominasyon artık yerini çok-kültürlü (multi-kültür) devletler birliklerine (AB vs) bırakmış, ulusal sermaye uluslar üstü bir karaktere bürünmüş ve otuz yıl öncesinin tartışmalarının odak noktasını teşkil eden “sanayi toplumu” kavramı yerini “küreselleşme” terimine terk etmiş ve reaksiyonel siyasi oluşumların yerine neoliberal fikriyatın ağır bastığı yeni bir siyasi fraksiyon karakteri ortaya çıkmıştır.
Bugün dünyayı yöneten birçok siyasi aktörün tarihin en vasat figüranları olarak karşımızda olmalarının belki de esas sebepleri budur. Neredeyse her momentin yeni bir post çağı ruhu hasıl olmuş durumdadır. Artık “küresel bir köy” olarak tarif ettiğimiz dünyamızda, içinde bulunduğumuz küreselleşme süreci, bir yandan dünyayı Strauss’un tabiriyle “tekdüzelik” boyutunda bütünleştirip türdeşleştirme tehdidini ihtiva ederken, diğer yandan da yabancılaşma yeni süreçlerini besleyen siyasal tenakuzun olduğu yeni kamusal alanlar yaratılmaktadır. Bu tarihsel infisah her ne kadar izomorfik bir görünüme intikal etse de, bizleri antagonist bir birliğin tarihinde yaşayan meşkûk bireyler konumuna sürüklemiştir. Bütün olup bitenlerin yıkıcı etkileri karşısında etkin bireylermiş gibi yaşamamız, toplumsal barışın ve özgürlüğün zedelenmiş haline aldırış etmeyişimiz ne denli karmaşık bir anominin içinde olduğumuzun bariz göstergesidir.
Bu paradoksal varlık halinin aynı paradoksal biçimde mono-kültürün [Barber] gerilimi altında bireysel kimliklerin ve kozmopolitan aidiyetlerin asimetrik azimetinin geliştiğini de gözlemliyoruz. Dolayısıyla tarihsel bağlamı itibariyle bir regresyon çağı olan ulus-devletin sorgulanması, yurttaşlık hukukunun meşru temeller üzerinde bina edilme ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Söz konusu sorgulamanın kapsadığı alan düşündüğümüzden daha büyük ve derin bir soysal kurguya dayandığı için mevcut devlet otoriteleri buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Onun yerine daha güvenlikçi ve mono-siyasi-kültürü içeren bir yapı oluşturulmuş, demokratik ve kamusal alan daha da daraltılmıştır. Çünkü esas itibariyle kastedilen kamusal alan bilincini, Habermas’ın da ifade ettiği gibi “toplumun müşterek yararını belirlemeye ve gerçekleştirmeye dair düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve hayata geçtiği ortak toplumsal etkinlik alanı” olarak görebiliriz. Buradan hareketle kamusal alan kavramı hem somut tarihsel bir süreci hem de ideal bir demokrasi alanını var etmek için kamusal olanın paydaşçı haline gönderme yapar. Yani demokratik sivil toplum ile klasik devlet arasındaki belirsiz ara alan ayrımı bir hak alanı olarak açığa çıkmış ve normatif çerçevede tesis edilmiştir. Buradaki tarifin bağlamı hem kamusal alanın öznelliği, hem sosyolojik olanın betimlenmesi hem de normatif (demokrasinin özel bir kavramsallaştırmasını yansıtır) bir çerçeve olmasındadır. Bunun en anlaşılır tercümesiyse toplumsal bütün farklılıkların kabulünden hareketle var olan tüm sosyal yapıların yurttaşlık temelinde kamusal alana dâhil edilmesidir. Burada dikkatle izlenmesi gereken esas şey, devlet otoritesinin çerçeve tanımı, baskı mekanizması ve kutsi buyrukları hangi sayıklarla dizginlenmesidir. Bu çerçeveye bağlı olarak ortaya çıkan yeni kamusal alanın hem demokratik hem de hukuksal sınırları major-ulusun egemenlik etkisinden bağımsız gelişen bir alan değildir. Oysa insanlığın mücadele tarihi işaret ettiği kamusal alan tarifi ve yurttaşlık hakkı bu değildi.
Arzulanan kamusal alan ve yurttaşlık hakkı mevcut egemen devletlerin üzerinde hüküm sürdüğü alanın dışında bir alandı ve merkezinde demokratik toplumun bütün soysal yapıları olan yeni bir sosyal kurgu üzerinde bina edilmişti. Paris’teki komüncülerin tarihsel uyanışlarından beri bütün demokratik toplumların arzuladıkları kamusal alan modeli, aynı zamanda karşıt tartışmalarla yeni bir kamuoyunun ortaya çıkışını destekleyen, devlet ve sivil toplum arasındaki aracılık mekânının kuruluşunu simgeleyen özel bir siyasal rejim tipini de kapsıyordu. O tarihten itibaren bu komüncü fikriyat dönemin konvansiyonuyla beraber ikinci bir alan gücü olarak ortaya çıkmıştır.
Totaliter rejimlerde var olmayan bu alanın bütün türevlerinin adı demokratik kamusal alan olarak tarihe geçmiştir. Lakin kavramın bu bağlamı somut bir toplumsal, tarihsel ve yönetsel biçimin gerçekliğini ifade ederken demokratik yaşamda da normatif (conception normative) yeni bir kavramsallaştırmaya gönderme yapar. Toplumsal yaşamın sosyal halinin tamamının döngüsel dönüşüm biçimlerini yeni bir sosyolojik diskur üzeninde kurgular ve yatay demokratik bir yönetim sistemi önerir.
Dünyanın birçok yerinde durum böyleyken Türkiye’deki kamusal alan algısı ve yurttaşlık hakkı tamamıyla bunun tersidir. Çünkü Türkiye siyasal kültüründe kamusal alan mefhumu yurttaşlık üzerinde tanımlanan bir olgu olarak değil, ulus-devlet bürokrasisi üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla, devlet bu alanı her zaman bir tahakküm, Türkleştirme, Müslümanlaştırma, asimilasyon ve siyasal bürokrasinin alanı olarak kullanmıştır. Yüz yıla yakın bir süredir kamusal alanı farklılıklar arası bir eşitlik düsturuyla değil ulus-devletin merkeziyetçi ve katı hiyerarşisi üzerinde inşa etmiştir. Bütün dünyada yurttaşlık ve kamusal alan kavramı politik olarak üretilen eşitlik ve özgürlük iken, bu durum Türkiye’de siyasal bürokrasinin politik alanı olarak işlev görmüştür. Ne yazık ki Türkiye’de siyasal yönetim biçiminin döngüsü hep bu şekilde işlediği için ne yurttaşlık hakkı bilinci ne de kamusal alan algısı oluşmuştur.
Onun için bu coğrafyada ulus-devlet eksenli statükonun devamında ısrarcı olma hali hep hâsıl olmuş ve bu durum bugün bölgemizin birçok ülkesinde devam eden mevcut çatışma ve savaşlara neden olmuştur. Yani dünyada kamusal alanda yükselen trend post-ulusal kimliklerin inşa sürecini ifade eden etnik kategorinin siyasileşme olgusunu mümkün kılmış olsa da Türkiye başta olmak üzere bölgenin birçok ülkesinde etnik kimliklerin modern çağa özgü haklarla donanmasının önü tamamıyla kapatılmıştır. Ne yazık ki ülkede ulus-devletin kamusal alan algısı hep kasvetli bir zemin üzerinde şekillenen tekil kimlik arayışları içine girmiş ve beşeri etik değerlerde de nihai bir çözülmeyi beraberinde getirmiştir. Oysa bu toprakların kültür birikimi ve tarihsel birlikteliğin var edeceği yeni bir kamusal alan ve ilksel yurttaşlık hakkı her haliyle çoğulcu demokrasiye zemin sunan ve müteferrik etnik farklılıkların kurumsallaşmasını mümkün kılan ortak bir aidiyete hizmet edecek kadar güçlüdür.
-2-
Yeni bir başlangıcın yapılabilmesi için birçok alanda eleştirel bir tartışma ve toplumsal müzakereler başlatılarak iddialı bir alternatif gelişebilir. Günümüz dünyasında küresel manada toplumsal konsensüsü sağlayan ve ideal yurttaşlık prensiplerinin kurumsal çerçevesini meydana getiren, çoğulcu demokrasinin evrensel ruhu ve kabul kültürünün güçlenmesidir. Çünkü söz konusu mesele, bireyle devlet arasındaki hak ve yükümlülüklerin kurumsal bir çerçevede ele alınıp anayasal bir sözleşmeyle tesis edilmesidir. Aksi takdirde birey ile devlet arasındaki ilişkinin anayasal bir hak kabulü mümkün olamaz. Dolayısıyla sınıfsal, etnik, cinsel ya da inançsal farklılıkları gözetmeksizin, formel eşitliğin güvence altına alınmasının bir neticesi olarak evrensel değerlere denk düşen bir yurttaşlıktan söz edebiliriz. Bunun gerçekleşebilmesi için kurumların kökten dönüşümünün her halükarda bir zorunluluk olduğu hususuna özellikle vurgu yapılmalıdır.
Bu bağlamdaki zamansal değişimin belirli bir olguya dönüşmesini antropolog Leach’ın savıyla iki farklı biçimde tanımlayabiliriz; İlkinde bir şeylerin değiştiğini sezeriz, ama bunların geçmişle nasıl bir süreklilik arz ettiğini pek umursamayız, çünkü sorgulama cesaretimiz yok denilecek kadar azalmıştır otoritenin karşısında. Diğerindeyse, söz konusu olan o bir şeyleri geri dönülmez biçimde değiştiren olayları kavramadığımız için tarihsel birikimlerimizden kopuşlar yaşarız. Lakin toplumsal kurgusu hep kısa vade için kurgulanmış bir ülkede uzun vadeli toplumsal sözleşmelerin olması ve kapsayıcı demokrasinin dizayn edilmesi çok mümkün olmasa gerek. Durum böyleyken, kalıcı toplumsal ilişkilerin sürdürülebilmesi nasıl mümkün olabilir? Ve hatta her haliyle kısa ara fragmanlardan oluşan bir ulus devlette, vatandaşlar nasıl bir yurttaş kimlik algısını ve yaşam öyküsünü [Sennett] geliştirebilir?
Bu sorulara makul cevaplar bulmak durumundayız. Tabii ki bunu yapabilmek için hayatın içinden süzülüp gelen sosyal realiteyi çok iyi kavramak lazım, çünkü kavrama olgusu sorunlu meselelerin çözüme yakın olduğu en gerçekçi mecradır ve anlamayı de aşan rafine bir düşünce sürecine tekabül eder. Hayatın her zerresini sarmalayan bu sorunsal mecra, sosyolojik anlamda yeterince anlama ve kavrama olgusunu içselleştirmemeyle ilgili bir durumdur. Lakin sosyolojinin salt popüler imgelerin ve derunî kurguların araçsal rolüne hizmet eden topikten başka bir şey olduğunu anlamak dışında, onun toplumsal mahiyetini de kavramalıyız belki. Çünkü sosyolojiyi anlama ve kavrama, bilimin toplumların hayatında oynadığı rolü algılama biçimini bir anayasal hak olarak şekillendirir, yurttaşlık hakkını ve kimlik algısını eşit koşularda güvence altına almayı sağlar. Kıta Avrupa’sı bunu 2’inci Dünya Savaşı’ndan sonra birçok yönüyle müzakere etti ve birkaç istisnanın dışında geniş toplumsal konsensüsü sağlayarak çözüm modelleri üretti. Bugün, Batı’nın Doğu coğrafyasından daha az sancılı bir haleti ruhiyeye sahip olması, bilimi ve uygulamalı bilimsel bilgiyi anlayarak ve kavrayarak yeni toplumsal işlevsellik için yapıcı bir ortak akılla ele almasıyla alakalıdır.
Oysa ülkemiz başta olmak üzere coğrafyamızda bugün hala katı milliyetçiliğin “eski ruhunun” toplumsal, politik ve askeri terimleriyle konuşuyor ve düşünüyoruz. Yani bugün “milli densizlik” haline gelmiş olan bu “eski ruhun”, ideolojik çerçevenin eskimiş bir şovenizm algısı olduğunu derhâl anlamak zorundayız. Eğer bilim, bilimsel bilgi ve uygulamalı olarak sosyolojinin toplumsal ve politik iktidarın yeni çehreleri olduğunu iyi kavrarsak, eşyanın “doğal halini” bağlamında evrensel değerleri temel alan ortak yeni bir demokratik kamusal alanı da yaratabiliriz. Zira böylesi bir “ortak alanın (ortak vatanın) vatandaşlığı tekil tercih ilkelerine yaslanmaz ve bütünlüklü bir kültürel birikimin mirası olarak kamusal yasayı ikrar ve ikame etmeye çalışır. Burada kavranılması zorunlu olan nokta, ırk totemlerinin ve ideolojik algı biçimlerinin artık anakronistik birer panoramadan ibaret olduğunun bilince çıkarılmasıdır. Halihazırda her ne kadar kavramsallaşma bağlamını anlamlandırmakta zorlansak da yeni bir toplumsal-siyasal dönüşümün içinden geçtiğimiz muhakkaktır. Hiç şüphesiz her toplumsal-siyasal coğrafya, siyasal tarihinde kendine özgü demokrasi ve mücadele dinamikleri taşır.
Onun için İstanbul’un derbi yerel seçimlerinin sonuçlarını her halükarda bu dinamikler bağlamında ele almalıyız. Çünkü o seçimler yerle yeksan olmuş olan kamusal bilincin tekrardan ortaya çıkmasını sağladığı gibi, beraberinde somut yeni bir toplumsal muhalefet ve demokratik mücadele dinamiğini de var etmiştir. Keza bu yeni kamusal bilinç ve mücadele paradigmasının, mevcut totaliter rejimi ancak yerelde yenmekle değişebileceğini bize göstermiştir. Onun için 31 Mart ve sonrasında gelen ikinci İstanbul seçiminin demokrasi güçleri açısından kimi yetmezliklere rağmen önemli bir eşik olduğu muhakkaktır.
Bu nedenle iktidar bu kapıyı kapatmak ve hatta oraya açılan bütün yolları mayınlamak için elinden gelen her türlü hile, oyun ve baskıya başvurmaktadır. Nitekim son olarak Amed, Mardin ve Van Büyükşehir Belediyelerine atanan kayyımlar ve orada alenen yaşanan irade gaspı kamusal alana ve yurttaşlık hakkına en çarpıcı saldırılardan biridir. Kürdi coğrafya üzerinde sahnelenen bu anti-demokratik uygulamalar ve yurttaşlık hakkının gaspı başta İstanbul olmak üzere birçok batı metropolleri için de bir ön prova mahiyetindedir. Zira kayyımlara karşı ortaya çıkan ortak tutumu aynı zamanda kamusal alanın bir savunması olarak algılamak lazım. Ve hatta tepkinin büyüklüğünü bu minvalde okumak gerekir. Onun için bunun başarılı bir demokratik hikâyeye evirilmesi için daha fazla zamana ve ortak mekâna (kamusal alana) ihtiyaç olduğu apaçıktır. Çünkü ancak ortak deneyimler neticesinde ortak yeni bir değerler merkezi oluşabilir ve zamanla kalıcı bir toplumsal dönüşüm sağlanabilir. Zira bütün deneyimsizlik ve acemiliklere rağmen hem kayyımlara karşı ortaya çıkan ortak tutumu hem de yerel seçim sonuçlarını önemli bir adım olarak görmek gerekir.
İstanbul seçimleriyle beraber ortaya çıkan bu fotoğraf, Türkiye siyasal tarihinde despotizme karşı demokrasi mücadelesinin fotoğrafıdır. Mamafih her geçen gün cüssesi orantısız bir biçimde büyüyen ceberut erkin midesine oldukça isabetli bir yumruk inmiş ve mevcut çıkmazın içinden çıkmak için yeni bir çıkış yolu bulamayacağı varsayılmaktadır. Onun için durmadan hata üzerine hata yapmakta ve hatta her geçen gün baskı ve şiddetini daha da arttırarak tamamıyla hukuk dışına çıkmaktadır. Tükenişin yol açtığı korku ve tekinsizlik nedeniyle daha fütursuzca saldırmasının sebebi tam da budur. Dolayasıyla bugün yaşadığımız bütün şiddetli çatışmaların esas nedeni kayıp korkusunun her geçen gün büyümesidir. Şayet bu hakikat bilince çıkarsa, coğrafyanın tarihsel mirası ve kültürel hafızası üzerinde bina edilecek demokratik bir kamusal alanın inşası ve evrensel yurttaşlık hukukunun ancak ortak mücadeleyle mümkün olduğunu anlamış olacağız. Tıpkı dünyadaki benzer örneklerde olduğu gibi!