Aysız, yıldızsız, ışıksız bir gece. Kurt ulumaları, köpek havlamaları. Yakınlarından geçerken evin çocuğu köyünü, doğup büyüdüğü evini görmek ister. Pek parlak bir fikir değil, fakat özlem denen bir şey de var. Merak diri, anılar taze daha. Yalpalayan yüreğe dolanan ürkek adımlar. Kapıyı çalmadan önce bir durmalı, yıllardır yolunu gözleyene en azından iyi görünmeli. Bu o an için, bildiklerinden de izleyen tehlikeden de önemli. Havada ölümcül bir koku, ama dağılır gibi; tehdit pek yakın, ama uzaklaşır gibi. Şurada burada kötü koşulların emaneti derin çürükler. Saç sakal karışık, üst baş az biraz dağınık. Açık yerler, yara izleriyle mühürlü. Şansı yaver gitse de yanıklar sırıtmasa! Evin çocuğu, evinin kapısında. Depreşen heyecan, uyanan panik. Tanırlar mı bunca yıldan sonra? Ardına kadar açılan kapıda karanlığı yutan ışık. Ah, her şeyi en ince ayrıntısına karanlıkta bırakan şu aydınlık! Kapıda bir kadın, ardında bir erkek, daha ötede bir kalabalık.
Ömründe görmediği yüzler… Karanlıkta yolunu mu şaşırdı, yanlış kapıda mı durdu? Ama hayır! İndiği tepe, geçtiği dere, çamuruna bulandığı yol, sessizliğinden içtiği sokak, çocuk kaldığı bahçe, soluklandığı avlu, rahatlığıyla uyuştuğu dam aynı. Değişen bir şey yok. İçeriden sevinç çığlıkları, kapıda mutluluk gözyaşları. Tıpkı hayal ettiği gibi. Bir sevgi ve şefkat seli, kucaklayan ve sarıp sarmalayan bir dualar şöleni. Çok önceden beklediği gibi. Fakat yine de bir şaşkınlık, şiddetli bir sarsıntı. Klasik tiyatronun alışılmış sahnelerinden birinin kapılarını ardına kadar açan bu mutlu kavuşma, ondan beklenen şoke edici bir final vaadinden yoksun. Tanınmaması gereken kendisiyken, tanımayan kendisi. Sarılanların hiç biri bıraktığı kişi değil. Tamam, bir göç, ya da bir istila! Bu, akla da yatkın. Fakat yabancıların tekinin bir yabancı gibi durmamasına ne demeli!
Anne, baba, kardeşler, akrabalar, akranlar, konu komşu bağrına basıyor. Öte yandan, yılların kayıp çocuğu daha bir kayıp. Bildik tek yüz yok. Bıraktığında annesi yetmişini geçmiş esmer, dişsiz, zayıf bir yaşlı kadındı. Şimdi seksenini yarılamış olması gereken, ama “gözünün nurunu” öpüp kokladığına göre kırkından gün almamış beyaz tenli bu heybetli kadın bir yanılgıya kurban gitmiş olamaz. Bir hata olsa, yüzünü iki avucuyla tutup gözlerinin içine bakan babasının yıllar önce bileğinden kopan şimdi ise yeşermiş görünen sol eli, bu feci yanlışlığı düzeltmez miydi? Yanılan gözleriydi, sadakatsiz olan kendi belleği. Yoksa iri kemikli, dev yapılı küçük kardeş nasıl böyle ufalmış olabilirdi? Ya kız kardeşi? İnsanın görmeyen kömür gözleri olsun da birkaç yıl içinde berrak bir gökyüzü, böyle masmavi bir deniz gibi baksın, olacak iş mi! Gerçi arkadaşlar, akranlar ve huylar her vakit bir miktar, yani tümden değişebilir, onlara bunu da çok görmemeli. Kaldı ki şüphenin fazlası akla ziyan. Doğru, doğuştan bir yatalak ve dilsiz kuzen ayaklanabilir ve sular seller gibi konuşmaya da başlayabilirdi. Ne yani anatomi biliminin ağzını açık bırakan bu boy ve endamı, dil biliminin ırkından esirgediği bu kusursuz aksanı kuşandı diye illa ki bir şeylerin ters gittiğinden kuşkulanmak mı gerekirdi?
Bıraktığı gibi bulacağına onca inanmışken başka türlü görünmeleri mümkün müydü! Herkes tanıdığına ve o hiç kimseyi tanımadığına göre, gördükleri vaktiyle veda ettikleri. Hem hiç hatırlamadığı, başından hiç geçmemiş onca hatırayı ailesinden, dostlarından başka kim canlandırabilirdi böyle? Uyku mu bastı, şefkat mi fazla geldi, yiyip içtikleri mi dokundu! Boğazındaki bu yakıcı tat baldıran mı, bu işittiği kurşun sesi mi, şu iki kürek kemiğine saplı duran dede yadigarı hançer mi? Yine aynı karabasan! İplik iplik ruhları dokuyan aynı tezgah, üstüne eğilen şu aynı yangın gözler. Metamorfoz, yine o garip düşler… Bir oyun, haince bir tertip de ne demek efendim! Hangi kötü niyetli bu kadar berbat oynayabilir? Öyle olsa, insan az biraz taklit ettiğine, kılığına büründüğüne benzemeye çalışmaz mı? Yani kesik bir el neye yeşersin, bir kötürüm niye ayaklansın, bir çift kara göz neden mavi mavi kırpışsın, mezarına iki büklüm sürünen bir ömür ne diye ten değiştirip gençliğine geri geri yürüsün? İki kuruşluk bir opera mıdır ki bu, aynı anda binlerce evde sahnelensin!