Hep uzlaşmak istedi o. Bilimi ve yakın dostlarını korumak için her şeye gözlerini yumdu ama bir işe yaramadı. Öyle ki, kendi öz oğlunu bile cellatların elinden kurtaramadı
Belki de tam şu sıralar, savaş ve faşizm üzerine tartışırken, o büyük bilim insanının korkunç trajedisine yeniden dönüp bakmak gerekiyor: Max Planck… ‘Kuantum Kuramı’nın kurucusu olan adam… Aralarında Einstein, Caurant, Hertz, Franck, Schrödinger, Born, Curie, ve Langevin’in de bulunduğu o muhteşem kadronun en parlak yıldızından söz ediyoruz.
Şüphesiz onun fizik alanındaki yetkin buluşları üzerine konuşmak bizim boyumuzu aşar. 1858’de Kiel’de doğan bu büyük deha, geleneksel bir aileden gelmekteydi ama bir yandan da şanslıydı. 1867’de Münih’te eğitimine başladığında daha baştan matematikçilerle çalışma fırsatı yakalamış, 17 yaşında erken mezun olmuştu. 1874’te Münih Üniversitesi’ndeydi ve hızla teorik fizik alanına geçti. 1878’de ‘termodinamiğin ikinci yasası’ teziyle öğretim üyeliğine geçti. 1885’te doçent, 1892’de ise profesördü. Bütün bu süreçler boyunca teorik fiziğin en karmaşık sorunlarına kafa yordu, özellikle Einstein ile iyi bir iletişim yakaladı. Çalışmaları ona 1918 Nobel Fizik Ödülü’nü de getirmişti.
Devletini çok sevmek
Öte yandan, bilim dünyasında tartışılmaz bir otorite olan Planck, muhafazakâr ve milliyetçi çizgiden hiç ayrılmamıştı. Büyük fizikçi Max Born’un deyimiyle: “Devlete hizmet biçimindeki Prusya geleneği onda derinden yer etmişti.” Naziler 1933’te iktidarı ele geçirdiğinde 74 yaşındaydı ve uzlaşarak kurumları koruma tutumu takındı. Yahudi meslektaşlarının kovulmalarına ve aşağılanmalarına tanık oldu. Nazilerin zararlı olduğunu düşünüyor ama taptığı Alman devlet geleneğinin bu çılgınlığı dengeleyeceğini umuyordu.
Öyle olmadı ama. Einstein gibi en yakın arkadaşları bile ülkeye terk ederken, dostunu yarım ağızla savunabildi. Kaiser Wilhelm Gesellschaft’ın (KWG) başkanı sıfatıyla ‘Yahudilerin tasfiyesi’ üzerine görüşmeye gittiğinde Hitler’in “Yahudi Yahudi’dir. Bütün Yahudiler kene gibi birbirlerine yapışırlar. Bir yerde bir Yahudi varsa diğer bütün Yahudiler hemen orada toplanırlar” şeklindeki azarlamasını dinleyip geri döndü. Sonraki yıllarda da Planck, laboratuvarından dışarıya başını uzatmayacak ve sokaklarda olup biteni görmezden gelmeye çalışacaktı. Ama artık durum köklü şekilde değişmişti. Sıra bu kez Planck’ın kendisine gelmişti. 1936’da KWG başkanlığı sonlandırılırken, Planck’ın kökeni üzerine soruşturma başlamış, ‘birazcık’ Yahudi olduğu ilan edilmişti. 1938’de ise akademi artık tümüyle Naziler tarafından ele geçirilmişti. Planck ve eşi kırsala taşındılar, Şubat 1944’te Berlin’deki evi bir hava saldırısıyla tamamen yıkıldı ve bütün kayıtları yok oldu. Savaşın sonuna doğru Göttingen’de bir akrabasının yanına geçtiler.
Evlat acısı ve yıkım
Asıl trajedi tam da bu yıllarda geldi. Ömrü boyunca politikadan uzak duran ve devlete güvenini yitirmeyen Planck, 23 Temmuz 1944’te oğlu Erwin Planck’ın tutuklanması haberiyle sarsıldı. İlk oğlu Karl 1916’da savaşta ölmüş, kızlarını ise hastalıklardan yitirmişti. Erwin onun hayattaki tek varlığıydı. Erwin, uzun süredir orduda kolları bulunan bir direniş hareketinin içindeydi. Örgütün 20 Temmuz 1944’te Hitler’e düzenlediği suikast başarısız olunca büyük bir av başladı ve aralarında Erwin’in de bulunduğu yüzlerce kişi tutuklandı. Erwin, uyduruk Nazi mahkemelerinde idama mahkûm edildiklerinde Planck, 87 yaşındaydı. Oğlunu kurtarabilmek için bir babanın yapabileceği her şeyi yaptı. Birçok aracı ile Göring’e ulaştı, mektuplar yazdı. Hitler’e yazdığı mektupta da ‘Führerim’ diye söze başlıyor ve 87 yaşında bir adama kulak vermesini istedikten sonra “Oğlumun hayatı için yalvarıyorum” cümlesiyle bitiriyordu.
Göring ve aracılar uzun süre Planck’ı oyaladılar ve sahte garantiler vererek dalga geçtiler ve sonuç değişmedi elbette. 23 Ocak 1945 sabahı Erwin Planck, Berlin’deki Plötzensee Hapishanesi’nde idam sehpasına çıkarıldı. Naziler son demlerinde bile kendilerine yalvaran bu yaşlı adama bir zerre acımadılar. Planck, geleneksel devlet fikrine yine de öylesine bağlıydı ki uzun süre inanamadı. “Her gün bu kadere uyabilecek gücü kazanmak için mücadele ediyorum. O hayatımın değerli bir parçasıydı. O benim güneşimdi, gururumdu, umudumdu” diyordu.
Sonraki yıllarda artık tükenmiş bir insandı Planck. Yine de bilime devam etti ve KWG başkanlığına atandı ama uzun sürmedi. 4 Ekim 1947’de öldü. Erwin’in ise hiçbir zaman mezarı bile olmadı. Gestapo’nun onu hangi çukura gömdüğü hiç öğrenilemedi. Geriye kalan, bilim dünyasının bu büyük insanının trajedisiydi. Faşizmle uzlaşmanın çıkar yol olup olmadığını yeniden düşünmek için bir fırsat belki de…