AKP-MHP hükümeti uzun zamandır dillendirdiği Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik askeri seferi başlattı. Bu savaşın uluslararası hukukta hiçbir dayanağı yoktur. Dünyanın her yerinden gelen tepkiler de bu doğrultudadır. Hükümet kendi otoriter sistemini tahakküm etmek ve iyice düşen desteği sağlamak için böyle bir kumar oynamıştır. İnsan hayatları ve Suriye iç savaşı boyunca huzurlu kalmış bir bölgenin hem demografik hem de fiziki yapısı pahasına oynan bu kumar en basitinden kirlidir. Bu politikaların bumerang gibi dönüp sahibini vurması oldukça ihtimal dâhilindedir. Açıkça şunu sürekli vurgulamak gerekir bu savaşın Türkiye halklarının güvenliği ile hiçbir alakası yoktur. Türkiye halklarının maddi olanakları silahlara, harcanarak insanlar ölüme sürülerek sadece ve sadece iktidar kendi hegemonyasını süreklileştirmek istemektedir.
Fetih duaları ve salalarla girişilen bu savaşla Kürt düşmanlığı üzerinden kanalize ettiği şoven histerisiyle hem muhalefeti susturmak hem de ondan uzaklaşan kitleleri tekrardan kendi çatısına çekmek istemektedir. Muhalefetin genel tavrına bakıldığında ilk etapta bunda başarılı olduğu söylenebilir. Muhalefet sözcüleri savaşa tam destek vereceklerini ve bu dönemdeki eleştirilerini askıya alacaklarını ilan ettiler. Bu başta CHP olmak üzere kendilerine muhalefet diyen partilerin böyle bir niteliğe haiz olmadığını gösterdi. Erdoğan da kendi karşısında olan “Millet İttifakı”nın dağıldığını açıkladı. Bu aynı zamanda Türkiye siyasi partilerinin son kertede aynı zihinsel kodlara sahip olduğunu açıklıkla ortaya serdi. Konu Kürt halkı olunca muhalefet ya suspus oldu ya da saklamaya çalıştığı milliyetçi damar su yüzüne çıktı. Hükümet sözcüleri ve sözde medya mensupları ekranları dolduruyor.
Hükümet sözcüleri yıllardır topluma verdikleri zarar yetmemiş gibi daha neler yapacaklarını anlatıyorlar. Bu onların tabiatlarına uygun. Akademisyen unvanına nasıl sahip olduğu şüpheli kişiler ve düşünce üretmek gibi bir zahmete hiç girişmemiş uzmanlar savaş çığırtkanlığında birbiriyle yarışıyorlar. Ağızları kulaklarında nerenin ne kadar yıkıldığını ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Hakkında en küçük fikire sahip olmadıkları şehirleri alıyor, yıkıyor ve bir de üstüne yeniden inşa ediyorlar. Kuşkusuz bu söylemler bu yağcılık onlara güzel hediyeler olarak dönecek, bundan eminler. Değerlendirme ya da analiz yapmıyorlar. Gerçi zaten bu hükümetin yarattığı ekran dünyasında bu fiilleri yapabilecek kapasiteye sahip insan da yok.
Üst sınıfları esas alarak politika yapan muhalefet partilerinin aynı şekilde davranması aslında çok da şaşırtıcı değil. Savaşlarda ölecek olan kendi çocukları değil. Kan kusan silahlara harcanan para onların kârlarını eksiltmeyecek. Savaşın yol açtığı trajediyi hissedecek bir ahlaki değerler silsilesine ise zaten sahip değiller. Tek çekinceleri ise fetih seferine çıkan hükümetin milliyetçiliğin tavan yapması ile elde edeceği destek.
Egemenler cephesinde tablo bu şekilde. Fakat bu savaşı durdurup halkların emekçilerin daha fazla bedel ödemesine engel olacak olan savaş karşıtı demokrasi cephesi yeterince aktif değil. HDP ve sol sosyalist partiler tutum aldı. Demokratik kitle örgütleri ve emek örgütleri çeşitli açıklamalar yaptı. Fakat demokrasi cephesinin yeterince girişken olduğunu söylemek zordur. İktidarın en küçük itiraza karşı polisiye uygulamalara başvurduğu ve daha ilk iki günden yüzlerce insanı gözaltına aldığı biliniyor. Yaratılan atmosferin amacı zaten demokrasi cephesini pasifize etmek. Savaş karşıtı her tavra doğrudan “vatan haini” damgasını vurmak istediği açık. Buna rağmen mücadeleyi yükseltmek hayati bir önem taşıyor.
Özellikle emekçilerin savaş karşıtı mücadelenin en ön safında yer almaları gerekiyor. Demokrasi mücadelesi her şeyden önce savaşlara karşıdır. Halkları birbirine düşüren bir arada yaşama koşullarını ortadan kaldıran savaş ülkede demokrasi imkânını ortadan kaldırır. Demokrasinin gerilemesinin daha çok sömürü daha çok baskı anlamına geldiği de açık. Yıllardır sürdürülen otoriter politikalar emekçilerin örgütlülüğüne zarar verdi. Kurumsallaşan otoriter sistemin emekçinin sesini kısmak ve onu güçten düşürmek için yaptıklarını derinleştireceğini öngörmek zor değil.
Savaşın getirdiği yıkımın en çok emekçileri etkilediği de biliniyor. Ekonomik krizin en sarsıcı günlerinde Erdoğan açıkça “Bir kurşunun fiyatı ne kadar?” diye sormuştu. Bugün de atılan her kurşunun emekçilerin yaşam koşullarını azalttığı açıktır. Bu savaş emekçilerin sırtından finanse ediliyor. Onların emeği egemenlerin iktidar hırsı için heba ediliyor. Sonuçsuz olacağı açık olan bu savaş politikaları emekçileri de vuruyor.
Bu çerçeveden düşünüldüğünde emekçilerin her koşulda savaşa karşı seslerini yükseltmeleri zorunlu oluyor. Savaş karşıtı demokrasi cephesinin katalizörü olması emekçilerin tarihsel mirasına da uygun olan konumdur. Bu konum hem emekçileri bölen şoven ideoloji ile mücadele şeklinde hem de doğrudan savaş karşıtı eylemleri yükselterek gerçekleşebilir. Halklara karşı açılan bu savaşın demokrasinin zaferi ile sonuçlanması emekçilerin de aktif biçimde yer alacağı demokrasi cephesinin pratiği ile doğrudan bağlantılı olacaktır.