Proleterleştirmenin nüfus bakımından sınırına gelen bir toplumda emekçiler, gereksinim duydukları kullanım değerlerinin büyük bir çoğunluğuna ancak metalar olarak ulaşabilirler. Çalışabilir nüfusun hemen tamamı “ücret karşılığı çalışmak zorunda” olduğundan, geçimlik üretim veya ücretsiz ev içi emek ile üretilen kullanım değerlerinin bireysel tüketim içerisindeki payı artan bir ivmeyle düşmeye başlar.
Geçimlik üretim veya ücretsiz ev içi çalışma yoluyla üreterek, ücretlendirme dışı yollarla, (takas, geçim karşılığı hizmet vb.) emek gücünün yeniden üretimine katkıda bulunan, ürettikleri ürünler meta zinciri içinde yer almayan insanların “proleterleştirilmesi”nin bir ön şartı bulunmaktadır. Proleterleştirilen yeni kitlenin, sermayeye dayalı üretime dahil ettikleri emek güçlerinin yeniden üretimi için “gerekli emek zamanı”nın, ürettikleri metalara aktardıkları emek zamanından toplamda daha küçük bir kitle oluşturması gerekir. Sermaye artık değer elde edemeyeceği bir kitleyi sadece “artık nüfus” oluşturmak için proleterleştiremez. Tam tersine, her büyük proleterleştirme hareketi, temel bireysel tüketim mallarının üretiminin verimliliğini, bu hareketin ortaya çıkaracağı artık nüfusun emek gücünün yeniden üretimi için de yeterli olacak ölçüde artırmak zorundadır.
Böyle de oldu. Küçük köylülüğün dünya çapındaki yıkımı ve kent merkezlerine yığılması ile başlayan dünya tarihinin en büyük proleterleştirme süreci toplumsal üretim ve dolaşım sürecine sarsıcı bir biçimde yansıdı. Konfeksiyon, gıda ve inşaat endüstrisi “patladı”. Tarımsal gıdaların üretimi, ücretli emeğin baskın olarak kullanıldığı bir emtia üretimine dönüştü. Perakende sektörü mağazacılık, taşımacılık ve bankacılık gibi alanları bir araya getirerek muazzam bir genişleme gösterdi. Proleterleştirilen nüfusun emek gücünün yeniden üretimi için gereken temel mal ve hizmetleri (ücret malları) üreten işçi kitlesi ise dikkat çekici bir biçimde işçi sınıfının (başta göçmenler ve kadınlar olmak üzere) en yeni ve en kırılgan unsurları oldu. Mevsimlik tarım ve inşaat işçileri, konfeksiyon işçileri, market ve fastfood zincirlerinin işçilerinin neredeyse tamamen bu gruplardandır. (Bu en düşük ücretli ve güvencesiz işçi grubunun bir başka özelliği ise somut emek güçlerinin yeniden üretimi için gereksinim duyduğu mal ve hizmetler kitlesinin “biyolojik ve toplumsal asgari”ye yakın olmasıdır.)
Bu değişikliklere bağlı olarak, emek gücünün yeniden üretimi için gereken temel malların üretiminde “gerekli emek zamanı” belirgin bir biçimde kısaldı.
“İyi ya” denilebilir, “proleterleştirilebilir kitlenin nüfus bakımından sınırlandırılmasının zorunlu sonucu, gerekli emek zamanının dramatik bir biçimde kısalması ise, bu aynı zamanda artık emek zamanının uzaması ve dolayısıyla kar oranlarının dramatik bir biçimde artması sonucunu vermeli. Bu durum, kapitalizm için niçin bir sorun oluştursun ki?”
Bütün işçilerin emeklerinin yeniden üretimi için gereken mal ve hizmetleri satın alabildiğini varsayalım. Bu mal ve hizmetlerin değeri, toplam “gerekli emek zamanı” kadardır. Peki artık emek zamanı nerede somutlaşır? Kabaca söylersek sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için kullanılan mallar ve hizmetlerde (yani “büyümede”), bazı devlet harcamalarında ve kapitalistlerin bireysel harcamalarında; özetle “sermaye giderlerinde”.
1980’lerden bugüne, küresel ölçekte, yatırıma ayrılan payın ortalama %3-4’lerde seyrettiğini, (eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi artık meta üretiminin konusu olan faaliyetleri de dahil olmak üzere) devlet harcamalarının toplam üretim içindeki payının OECD ülkelerinde %20’ler çevresinde dolaştığını, kapitalist sınıfa mensup bireylerin toplam nüfusa oranının sürekli azaldığını, servet ve harcamalarının toplam üretim içindeki oranının büyük bir sıçrama göstermediğini söyleyebiliriz. Kısacası sermaye giderleri geçtiğimiz 40 yıl içinde geometrik bir değişiklik göstermedi.
Basit emeğin yeniden üretimi için gerekli asgari mal ve hizmetlerin üretilmesinde sarf edilen emek zamanının dramatik bir biçimde düştüğü, artık emek zamanının genişlediği bir durumda, ortaya çıkan artı emek zamanının, “sermaye giderleri” ile harcanamayacak kısmı ile ne üretiliyor?
Herhalde bu noktada, basit emeğin yeniden üretimi için gerekli mal ve hizmetlerin geniş çapta değişmiş olmasından söz etmemiz gerekiyor. İnsanların ücretli emekçi olarak sosyal varlıklarını yeniden üretebilmeleri için gereken “asgari mal ve hizmetler” artık yüz yıl önceki kullanım değerlerinden oluşmuyor.
Günümüzde internet bağlantısına sahip bir akıllı telefonu olmadan çalışan bir işçinin kariyer beklentisi ne olabilir? Kişisel bilgisayar bulunmayan bir evde büyüyen çocuk, okulunda ne kadar başarılı olabilir? Bireysel taşıtı olmayan bir ailenin sosyal varlığı nedir? Hiç!
Konunun geri kalan kısımlarına daha sonra devam edeceğim ama şimdilik burada durmamız gerekiyor.
Akıllı telefon, bilgisayar, otomobil bireysel tüketim araçları olmanın ötesinde nedir? Ekmekten, giysiden, evden farkı var mıdır?
Ekmek giysi veya ev birer üretim aracı değildir. Ama telefon, bilgisayar, otomobil günümüz toplumunda üretim aracı olarak da kullanılabilen mallardır. İşçinin işini yapacağı bir “avadanlığa” sahip olması elbette doğaldır. Bir inşaat işçisinin kazması, küreği, malası, terazisinin olması normaldir; bir elektrikçinin kontrol kaleminin, keskisinin, ampermetresinin olması beklenir. Ama buradaki durum, herhangi bir vasıflı, yarı vasıflı işçinin işini yapmak için gereksinim duyduğu basit, bir kısmını kendisinin yapabileceği aletler değildir. Burada, yüksek teknoloji ürünü olan ve kullanmak için özel bir eğitim gerektiren üretim araçlarından ve bunların toplumun bütün bireyleri için zorunlu ihtiyaç haline getirilmiş olmasından söz ediyoruz.
Dolayısıyla büyük bir sıçrama gösteren artık emek zamanının “sermaye giderleri” ile harcanamayacak kısmı ile üretilen şeylerden birisi, yaygın bireysel kullanıma yönelik üretim araçları.
Nereden nereye geldiğimize bir bakalım: Proleterleşmesi için üretim araçlarının bireysel mülkiyetinden arındırılan işçiden, proleter olarak varlığını sürdürebilmesi için üretim araçlarına sahip olmak zorunda bırakılan işçiye!
Birinci durumda emekçinin üretim aracına sahipliği, üretici olarak bağımsızlığının imkanını oluşturuyordu. İkinci durumda ise emekçinin üretim aracına sahipliği sermayeye zamanda ve mekanda sonsuz bağımlılığının aracı oluyor! Bundan 150 yıl önce Marx, emekçinin üretim aracının mülkiyetini kaybetmekle emeğinin ürünü üzerindeki denetimini kaybettiğini söylüyordu, bugün ise emekçi üretim aracına sahip olurken yaşamı üzerindeki bütün denetimini kaybediyor!
Bugünün kapitalizmi, işçinin biyolojik yeniden üretimi için gerekli emek zamanını muazzam bir biçimde kısaltıyor, ama toplumsal varlığının yeniden üretimi için gerekli emek zamanını aynı oranda artırıyor.
Geçtiğimiz günlerde sendika.org’da yayınlanan Trikontinental Sosyal Araştırma Enistitüsü’nün “Sömürü Oranı: iPhone Dosyası” başlıklı çalışması, bu oranın iPhone X somutunda %2458’e ulaştığını ileri sürüyor. Yani bir iPhone işçisi kendi emeğini yeniden üretmek için 20 dakika çalışmaktadır, geri kalan 7 saat 40 dakikalık süre ise artık emek süresi olarak iPhone patronları tarafından sömürülmektedir. Trikontinentalin hesaplaması, iPhone’un fiyatı ile değerinin birbirine eşit olduğu varsayıyor. Günümüz kapitalizmi için bu varsayımın geçerli olmadığını, özellikle kullanım değeri imalatı endüstrisinin zorunlu gereksinim haline getirdiği malların fiyatlarının değerleri ile olan ilişkisinde ciddi bir “artık değer transferi” payının bulunduğunu düşünüyorum. Yani iPhone X’den elde edilen kar, yalnızca onu üretmek için satın alınan emek zamanından sömürülen artık emek zamanının değil, sahip olduğu teknolojik tekel, yaygın satın alma dürtüsü uyandıran “marka etkisi” gibi etkilerle, başka mallarda cisimleşen bir artık emek zamanı kitlesinin de cisimleşmesi/gerçekleşmesi. iPhone’un “süper karı”, geri kalan tüm metaların kar oranlarını düşürüyor olmalı. Bütün bunlara karşın, iPhone’un ulaştığı dünya tarihinde görülmemiş bu sömürü oranında yalnız olmadığını, Amazon, Alphabet, Johnson&Johnson, JP Morgan gibi çok sayıda küresel şirketin benzer sömürü oranlarına sahip olduğunu düşündüğümüzde, günümüzde işçi sınıfının maddi mal üreten ve fiili hizmet veren “en alttaki” ve “en büyük kitlesi”nden sağlanan artık değer oranının yarım yüzyıl öncesiyle kıyaslandığında muazzam bir artış gösterdiğini düşünebiliriz.
Bu rakamlar tahminidir. Basit emek açısından artık değer oranının %100’den %200’e ulaşması halinde dahi kar oranlarının düşmeye devam etmesi açıklanması gereken bir durum oluşturur.