Emre Caka/İstanbul
Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi kontrolündeki bölgeye başlattığı harekatta yandaş basının içine girdiği pozisyon çokça tartışılıyor. Duayen gazeteci Ragıp Duran ile savaş şakşakçılığı yapan medyayı konuştuk. Duran, AKP medyasının apoletli bir medya olduğunu belirtirken, “İnsanların çoğu TV’yi yeni bir haber, bilgi ya da değerlendirme öğrenmek için izlemez. Onlar, kafalarında ve gönüllerinde zaten var olan bir dizi yargının TV tarafından da teyit edilmesini bekler” dedi.
Türkiye’de medyanın dili uzunca bir süredir çok tahrikkar. Militarist söylem sıradan hale gelirken, barış gazeteciliği adeta suç oldu. Bir iletişimci olarak medyadaki bu dönüşümü nasıl okuyorsunuz?
Medyadaki dönüşümden söz etmek pek doğru olmaz. Çünkü Türkiye’de 1831 yılında başlayan matbuat macerası sonraki basın ve medya dönemlerinde de haber dili hep resmi ve askeri oldu. Çünkü Osmanlı’da ve Türkiye’de medya, tarihin hiç bir döneminde gerçekten bağımsız ve özgür olamadı. Ve hep siyasi/askeri iktidarın bir sözcüsü, aparatı, mekanizması gibi konumlandı ve davrandı. Ahmet Emin Yalman’ın Columbia Üniversitesi’nde daha 1910 yılında yaptığı doktora çalışmasında çeşitli dönemlerde Türkiye’de, “Kurşun”, “Ateş”, “Hücum” adında gazeteler yayınlandığını kaydediyor. Bugün de Türkiye’de “Önce Vatan” diye bir gazete çıkıyor.
28 Şubat döneminde ordudan çok zarar gördükleri propagandası ile bugüne gelen siyasal İslamcıların şimdi aynı kervana katılması ve medyasını bu kodlar üzerine kurması nasıl bir çelişkidir?
Bu mesele Türkiye’deki iktidarın fiziği ve kimyası ile ilgili olsa gerek. Eskiden mağdur olsun olmasın, Türkiye’de şimdiye kadar iktidara gelen her siyasi kesim, bu iktidarını sürdürmek için milliyetçi, devletçi ve militarist olmak zorunda kaldı. Muhalefette iken devletçiliğe karşı çıkmak belki kolaydır da devleti yönetmeye başladığınızda neredeyse otomatik olarak herkes devletçi olur. Hepimiz kuraldışı bir örnek biliyoruz ama konu şimdilik bu değil.
Benim ilk baskısı 1996 yılında yayınlanan “Apoletli Medya” başlıklı kitabım o dönemin medyasını tahlil ediyordu. AKP 2002’de iktidara geldikten bir süre sonra bir çok meslektaş, arkadaş bu başlığı değiştirmem gerektiğini, yeni iktidarın yeni medyasına bir başka sıfat bulmamı istemişlerdi. Oysa ki kısa bir süre içinde AKP medyasının da aslında apoletli bir medya olduğu anlaşıldı. Çünkü benim “Apoletli Medya” dediğim medya, emir-komuta zinciri ile çalışan, devletçi, milliyetçi ve militarist bir medya idi. İktidarın askeri ya da sözümona sivil olması tayin edici değil…
Gazete manşetleri ve TV programları aynı tornadan çıkmış gibi. Kullanılan görseller ve militarist söylem toplumu nasıl etkiliyor?
Evet haklısınız. Çünkü iktidar medyasında yayınlananların çoğu bir tek merkezden servis edilen bilgi, haber, belge(?) ve görüntüler. Ama bir yandan da AK medyada zaten gönüllü bir Kürt düşmanlığı ve savaş perverlik var. Merkezi talimat almasalar bile onlar iktidarın neden hoşlanacağını biliyor ve onu yazıp çiziyor. Bu tür yayınların, özellikle Türkiye gibi, toplumun önemli bir kesiminin haber ve bilgileri esas olarak televizyondan aldığı bir memlekette kısa ve orta vadede yurttaşlar açısından inandırıcı olması muhtemel. Çünkü toplumun önemli bir kesimi zaten bu tür milliyetçi, devletçi, militarist yayınlar talep ediyor. Ezilmiş toplumların zafere, ötekine karşı zafere ihtiyacı vardır. İnsanların çoğu TV’yi yeni bir haber, bilgi ya da değerlendirme öğrenmek için izlemez. Onlar, kafalarında ve gönüllerinde zaten var olan bir dizi yargının TV tarafından da teyit edilmesini bekler. Osmanlı’dan beri fetihçi bir toplumda, yoksul da olsa yurttaş, fakirliğini unutup kendine övünülecek bir pay çıkarabilir bu saldırı görüntülerinden. Bireylerin bilinçli olarak belirli bir fikriyat konusunda kolektif bir anlayış ve tarz benimsemeleri ile sürü ideolojisi çok farklı davranışlardır. Bizde ikincisi hakim.
Tabiri caizse ‘Kraldan daha kralcı’ olan medya, askeri taktikler verir hale geldi. Böylesi dönemlerde izlenmesi gereken yayıncılık ne olmalı?
Çatışma ve savaş dönemlerinde 10 gazeteciden 11’i terör ve silah uzmanı kesilir. Hayatında sahaya çıkmamış, bir silah görse ne olduğunu bilmeyecek kişiler sınır bölgesinde savaş izleyip aktarmaya girişmiş durumda. Tartışma programlarında da makine mühendisleri ve ilahiyat mezunları ve tabi ki 3. sınıf avukatlar, hukukçu kisvesi altında ekranlara çıkıp S400’ün özelliklerini anlatıyor. Ya da Pentagon ile Beyaz Saray arasındaki çelişkilerin semantik tahlilini yapıyor. Milli heyecan ve hezeyana kapılmadan, inanılır ve güvenilir yayıncılık yapabilmek için savaşın tüm taraflarının açıklama ve değerlendirmelerine yer vermek lazım. Yurttaşı olduğumuz devletin değil, mensubu olduğumuz mesleğin kurallarını uygulamamız gerekir. Yani elimizden geldiğince, koşullar elverdiği kadar tüm gerçekleri yansıtmamız gerekir. Savaşın dışında kalan medya organlarının içeriğine özel olarak önem vermek de iyidir hatta şarttır. En önemli kural ise gazetecinin, ilke olarak, yani kişisel siyasi ya da ideolojik tercihleri açısından değil, mesleki olarak savaşa karşı olması. Çünkü savaş olan yerde önce gerçekler ölür. Ve savaş olan yerde bizim mikrofonlarımız, kameralarımız, klavye ve kalemlerimiz özgürce çalışamaz, top, tank, bomba ve kurşunlar ile akan kan kaplar her tarafı.
Bu topyekün akıl tutulması bizi nereye sürüklüyor? İleride normalleşme olduğunda kim bunun hesabını verecek?
Savaş, toplumların ve devletlerin kanseri. Tedavi olup vazgeçilmezse sadece insanlar değil, millet ve devlet de ölür. II. Dünya Savaşı sonrasında Nazi rejiminin sorumlularını yargılayan Nürenberg Mahkemesi ile Bertrand Russell’ın başını çektiği ABD’nin savaş ve insanlık suçlarını resmi bir şekilde olmasa da yargıladığı Vietnam Mahkemelerinin çeşitli olumlu yanları var. Normalleşme de zaten ancak yüzleşme ve eskiden işlenmiş suçların yargılanmasıyla sağlanabilir.
Halkın haber alma özgürlüğü kısıtlanmıyor mu?
Bu mesele tayin edici. Yani sansür sadece gazetecilerin haber yayınlanma faaliyetini sınırlandırmıyor. Hatta esas olarak yurttaşların habere ulaşım hakkını çiğniyor. Berlin düşerken yüzbinlerce Alman, Nazi ordusunun zaferden zafere koştuğuna inanıyordu. Çünkü Nazi basını öyle yazıyordu. Medya, ancak bir süre ve ancak belirli bir kesim üzerinde ajitasyon ve propaganda yapıp etkili olabilir. Medya gerçeği nihai olarak alt edemez. Tam aksine hayat yani gerçek, yazılı çizili görsel işitsel medyanın söylediklerini güçlü bir şekilde tekzip etme imtiyazına sahip.
Sosyal medyada da gazete manşetleri gibi atılan yorumlar oluyor. Bu yönlendirme halkın kin ve öfke duygusunu nasıl biçimlendirir?
Ben de sosyal medya kullanıcılarının çeşitli haber ve yorumların altına ekledikleri değerlendirme, övgü ya da küfürleri ilgiyle okurum. İktidarın yaygınlaştırdığı cehalet, saldırganlık, milliyetçilik, devletçilik, Kürt düşmanlığı buralarda çok yaygın, çok güçlü. Uslup da çok kabadayıca, eril ve küstahça. Sosyal medyada bu kesime karşı mücadele bana çok zor görünüyor. Ama bu görüşleri yakın çevremizde, tanıdığımız insanlar da, belki daha efendi bir tarzda, ifade ediyor ve savunuyor. Onlarla bire bir, tabi ki bağırıp çağırmadan, somut bilgiye dayanarak yumuşak bir tartışma yürütmek mümkünse. Bu girişim belki yararlı olabilir.
Türkiye halklarını baz alarak bu dönemde savaşa karşı yayıncılık yapmanın en etkili yolları nedir? Sağlık mı, ekonomi mi, psikoloji mi?
Barış Gazeteciliği bir süredir çeşitli ülkelerde uygulandı, uygulanıyor. Bosna-Hersek örneğini incelemekte yarar var (Oslobođenje). Dahası çok eskilerde mesela John Reed’in Bolşevik Devrimini anlattığı “Dünyayı Sarsan 10 Gün”, Hemingway’in Balkan Savaşı’nı betimlediği haber, yorum ve yazıları ile Albert Londres’un kitapları önemli. Bu birikime sahip olduktan sonra her gazeteci kendi ülkesinin özgün koşulları temelinde haberciliğini geliştirebilir. Yani gazeteciliğin evrensel yanı (Kural ve yaklaşımları) ile izlediğimiz alanın özgün yönlerini hesaba katmamız gerekir.
Meseleyi altüst edip didaktik yöntem benimseyenler de var. Yani bugün Suriye’de Kürtlerin başına gelenler konusunda empati yaratabilmek için aynı felaketin mesela Trakya’da Türklerin başına geldiği şeklindeki bir senaryo…
Savaş dönemlerinde dikkat edin saldırgan taraf, ajitasyon ve propagandaya olağanüstü ağırlık verir. Bu tutum kasıtlıdır. Böylece hem propagandanın dozu artırılmış olur hem de savaşın örtmek/gizlemek/unutturmak istediği diğer haber konuları görmezden gelinir. Propagandaya karşı bence en etkili araç geleneksel, yani gerçekleri ve kamu çıkarını ön planda tutan gazeteciliktir.