Medeniyetin başlangıç noktası konusunda bilim insanları farklı görüşlere sahipler. Bir kısmı ateşin bulunuşunu başlangıç noktası olarak değerlendirirken, bazıları ise tarım ekonomisine geçişi medeniyetin başlangıcı olarak kabul ediyor. Bu tezi savunanlara göre avcı ve toplayıcı bir ekonomiye sahip göçer grupların uygarlaşması mümkün değildir.
Medeniyet değerlendirmesindeki bir diğer ölçüt ise kent kültürü. Kolektif yaşamın gereklerini karşılamak için farklı hizmet alanlarında çok örgün düzenlemelere ihtiyaç duyan şehir yaşamı, bu düzenlemeleri gerçekleştirdiği ve kent halkının gereksinmelerini karşıladığı oranda uygarlığın da işareti sayılıyor.
Ermenistan’ın başkenti Yerevan, geçtiğimiz hafta bir dizi etkinlikle kuruluşunun 2801’inci yılını kutladı. İlk kez 1968’de, şehrin kuruluşunun 2750’inci yıldönümü dolayısı ile başlayan kutlama geleneği, başkent halkının büyük ilgisi ile karşılaşıyor. O yılı simgelemek üzere 2750 fidan dikilerek oluşturulan koru, kent merkezindeki parka yerleştirilen 2750 fıskiyeli havuz, bir dizi anıt ve heykel şehir tarihinin simgelerini oluşturuyorlar. Üstelik bu ilgi sadece Yerevanlılarla sınırlı da değil. Şehir tüm dünyaya yayılmış Ermeni kimliği için de simgesel bir başkent olarak algılanıyor.
Yerevan’ın kuruluş tarihinin bilinirliğini sağlayan ise arkeolojik bir buluntu. Kral Menua’nın oğlu Arkişdi’nin imzasını taşıyan çivi yazısında bu tarih net bir şekilde belirtilmiş.
Bu denli eski bir tarihe sahip olmakla birlikte, Yerevan’ın önemli bir yerleşime dönüşmesi, Baku veya Ankara örneklerinde de gördüğümüz gibi, oldukça yakın bir zamana rastlıyor.
Buna karşılık İstanbul, bilinen bütün zamanlarda büyük öneme sahip olmuş, farklı imparatorluklara başkent olmuş bir kent. Bizans, Cenevizler ve Osmanlı etkin oldukları bütün zamanlarda şehri görkemli eserlerle donatmışlar. Cumhuriyet tarihi ise bu kentin adeta talihsizliğini simgeliyor. Şehre yeni değerler katmak bir yana, var olanın tahrip edildiği bir yüzyıl yaşamaktayız. Yeni rejim ilk otuz yıllık süreçte ancak anıtlar, heykeller kazandırdı şehre. Öncelik fabrikalara, sanayileşmeye verilmişti. Ardından şehrin belini kıracak olan gerçek fetih, 6-7 Eylül 1955 pogromu yaşandı ve o talan iştahı bu güne kadar da hızından bir şey kaybetmeden sürüyor.
Özellikle son yetmiş yıllık süreçte, İstanbul talanın cazibesi ile tarumar edilmekte. Ve tuhaf bir şekilde, son yirmi yılda bu talan dizginlenemez bir boyuta ulaştı. Örneğin yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip olan Tarlabaşı semti, ilki 12 Eylül rejiminin tüm etkinliğiyle sürdüğü 80’li yıllarda Bedrettin Dalan eliyle, ikincisi ise AKP döneminde olmak üzere iki kez talan edildi. Yine yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip Sulukule mahallesi aynı dönemde gasp edilerek inşaat şirketlerine rant kapısı yapıldı. Sonuçta kent halkı, cansiperane bir dirençle Taksim Gezi parkına Topçu Kışlası adı altında bir AVM kondurulmasını engelledi. Benzer direnç Yedikule bostanları, Abbas ağa parkı ve daha pek çok alan için de yaşandı.
Şimdi ise Haydarpaşa ve Sirkeci garlarının çalınmasını engellemek her İstanbullunun öncelikli görevi olmalı.
Hırsızlar ancak kent bilincinin oluşmadığı şehirlerde merkezi tren istasyonlarını çalmaya yeltenebilir. Paris’te Gar de Lyon’un, Gar de Nord’un şehir dışına taşınmasını önermek hayal dahi edilemez. Keza Berlin’de veya Almanya’nın her hangi bir şehrinde Bahnhoff’un yerini değiştirmeye yeltenen pişman edilir.
İBB Haydarpaşa garına sahip çıkma mücadelesi veriyor. Bu mücadelede garı çalmak isteyenler ihale oyunları ile belediyeyi saf dışı tutma çabasındalar. Belli ki yağlı ekmek en baştan birilerine sunulmuş, şimdi kılıfını hazırlıyorlar. Bu yağmaya dur diyecek olan İstanbul halkının kararlılığı ve oluşturacağı savunma stratejisidir. Muhalefetin siyasi partileri, sivil toplum kuruluşları ve yurttaşlar ancak İBB’nin yanında saf tutarsa bu oyun engellenir.
Pendik Haydarpaşa’nın, Halkalı ve daha ötesi de Sirkeci’nin alternatifleri değildir. Tren garlarının havaalanlarına karşı en önemli üstünlüğü şehrin merkezinde yer almalarıdır. Merkezde yeni rant alanları açmak üzere çalınmaları kabul edilemez.