Cumhuriyet’in ilanının 96. yıldönümünün kutlandığı günlerde, ilginç bir şekilde cumhuriyet değerlerinin de temelinden sorgulandığı dönemleri yaşıyoruz.
Okul yıllarında ezberlediğimiz ‘Cumhuriyet fazilettir’ özdeyişi ciddi bir anlam kayması yaşıyor. Öncelikle etimolojik olarak sözcük ikiye bölündü ve ‘cumhur’ ümmet kavramına karşılık gelecek şekilde yeniden anlamlandırıldı.
Yine okul yıllarında, hanedanlık örgüsü içinde babadan oğula ülkeyi yöneten padişahlar yerine, toplumun tercihiyle oluşturulan hükümetlerin idaresinin daha ileri bir anlayış olduğu öğretilmişti. Böylece kifayetsiz veya dengesiz sultanların taassubu yerine, seçilmiş yöneticiler, görevlendirildikleri süre kadar topluma hizmet edecekler, yönetimleri halktan onay almayınca da ilk seçimde görevden alınacaklardı.
Bu teorinin gerçeği yansıtmadığı tarihsel bir olgudur. Cumhuriyet rejiminin yaklaşık ilk otuz yılında seçim, tek parti hiyerarşisi ile sınırlı olarak gerçekleşti ve dikta rejimi içinde kimse de bu düzene itiraz edemedi. Sonuçta cumhuriyet ideolojisi toplum tarafından henüz benimsenmediği için, büyük çoğunluk Mustafa Kemali halife cübbesini sırtından atmış yeni bir padişah olarak algılamaktaydı.
Fazilet olarak sunulan kazanımların hiç birinde toplumun katkısı olmamıştı. Nitekim çok partili rejime geçişte de halkın talebi değil, 2. Dünya Savaşı sonrası değişen konjonktürün gereksinimleri ve dayatmaları belirleyici oldular.
Tek partili veya çok partili olsun, birileri, (adıyla söyleyecek olursak kurucu ideoloji olarak İttihatçılık) devleti kendi anlayışları doğrultusunda koruma ve kollama görevini kimseciklere kaptırmadılar. O yüzden, kendileri de İttihatçı gelenekten gelen Demokrat Parti kadroları 27 Mayıs 1960 darbesi ile alaşağı edildiler. Edilgen toplum, desteklediği siyasi hareketin bir ihtilalle devrilmesine, büyük sevgi beslediği başbakanın darağacına gönderilmesine hiçbir tepki vermedi. Daha doğrusu tepkisini ilk genel seçimlere erteledi.
12 Mart 1971 darbesinin ardından 12 Eylül 1980’de ülke general Kenan Evren’le yeni bir padişah daha kazandı. Toplumun büyük çoğunluğu bir kez daha Stockholm sendromuna tutulmuş, zalimini alkışlamaktaydı. Baskı rejiminin rövanşı 1983 seçimleriyle alındı. Döneminin anlı şanlı paşası yıllar sonra eceliyle ölürken, adeta kullanmaktan lime lime olmuş bir paçavra kıymetindeydi.
Günümüzde ise, cumhuriyet rejiminin yapı sökümüne tanıklık ediyoruz. ‘Kimsenin yaşam tarzına karışmayacağız’ söylemi geride kaldı. Şimdi, “içki satma ruhsatı verirsem, birileri içki içip direksiyon başına geçer ve bir felakete yol açarsa, ben bu vebali taşıyamam” diyen kaymakamlar var. Keza, uluslararası anlaşmalar gereği uymak zorunda olduğu AİHM karalarına “Şehitlerimiz benden hesap sorar” diyerek karşı koyan bir Cumhurbaşkanımız var. Üniversitelerin özerkliğinin kaldırılması, yerine YÖK denen despotizmin inşası, İmam Hatip Liselerinin yaygınlaştırılması, tarikat ve cemaatlere yol verilmesi bu günün değil, Kenan Evren cuntası ve onu takip eden sağ liberal hükümetlerin başlattığı bir yoldu. AKP hükümetlerine de çakılı, dikeni temizlenmiş bu yolda kuvvetler ayrılığı ilkesini yok etmek, TBMM’yi etkisizleştirmek, yargıyı kuşatma altına almak, medyayı teslim almak, kendi dışındaki siyasi partileri itibarsızlaştırmak gibi ufak tefek işler kaldı.
Esas hizmet alanı daha büyük hedefler. Ülke tarımını küresel sermayenin talepleri doğrultusunda imha etmek, HES’ler veya JES’ler yoluyla, Karadeniz yaylalarına döşenecek duble yollarla coğrafyayı çölleştirmek, 80 milyonluk insan kaynağını (hem de ruhu bile duymadan) yoksullaştırmak asla küçümsenecek hizmetler değil.
Aşamalar halinde gerçekleşiyor yapı sökümü. Çatıdan başladı, ara katlara inildi, cumhuriyetin temellerinin sökülmesini de yüzüncü yıla kalmadan tamamlarız gibi görünüyor.
Buna karşı ana muhalefetin direnci ise Diyanet fetvalarına inat, en büyük bayraklarla, varış noktasında rock konseri olan en kalabalık yürüyüşleri düzenlemekten ibaret.
Bu gün 29 Ekim, malum eski alışkanlıktır, sobaları kurma günü, önümüz kış. Bayram mı dediniz, peki, o da kutlu, pardon, geçmiş olsun.