İnsanın dili varmıyor söylemeye ama sormadan da edemiyor artık. Çünkü dünyanın gidişatı ve son çeyrek yüzyıldaki sürükleyiş hızı endişe ötesi kaygılara kapı aralıyor. Bırakalım yakın tarihin devam eden bölgesel ve küresel savaşları ve bu savaşların arkalarında bıraktıkları tahribatların çetelesini tutmaya, dünyadaki son günlerin çığır açan gelişmeleri ve ortaya çıkardıkları yıkıcı enerjinin değerler merkezini ne denli yerinden oynattığını bariz bir biçimde görüyoruz. Rasyonel temeller üzerinden inşa edilmeyecek kadar bir absürtlükle gelişen bu olayların yaydığı etki, bütün insanlığı tedirgin edecek kadar kalıcı izler bırakıyor toplumların hafızasında.
Özellikle son zamanlarda, hem bölgede (Rojava) hem de dünyada olup bitenlere bakınca sormadan edemiyor insan bu tekinsizliğin tufanî gidişatını: Dur demek için daha neler yaşanmalı? Bütün medeniyetleri sarsan bu bunalım daha ne kadar sürecek? İnsanlığın sonu ne olacak? Zaman, mekan ve ruh birbirinden bu kadar kopuk nasıl var olabilir? “Sözün bittiği yer” denilen yerde miyiz? Hakikat sonrası denilen bu mudur? Onca sır perdesinin ardında, onca savaş, talan, ölüm ve trajik olay, arayış ve bunlara dayalı yorum, söylem ve diskur, bu kadar laf yığını arasında aslında fırtına öncesi bir sessizliğin ortasında, bağrında mıyız sorusunu sorma cesaretini bulan herkes dünyanın nasıl bir noktaya sürüklendiğini görecektir. Asya’dan Amerika’ya, Afrika’dan Orta Doğu’ya kadar, vuku bulan tuhaflığın karşısında insanlığın ne tür bir çaresizliğin içine itildiğini hep birlikte izliyoruz.
Dünyada bunlar olurken bir türlü ortak vatan olamayan ülkemizin, oldukça tuhaf ve giderek küreselleşen bir çatışma sarmalına çekildiği; bireylerin dini prangaların tuzağına düştüğü, ırkçı ve ideolojik hegemonyalar kıskacında tutsaklaşmasının atbaşı ilerlediği günlerden geçiyoruz. Özellikle ırk ve din eksenli retorik, her iki tarihsel prangayı tekrardan tedavüle sokarak yükselmeye devam ediyor. Arkasına aldığı ırkçı ve milliyetçilik hezeyanla absürt bir tasasızlık, tanımsız bir şiddet ethosuyla kadim değerlere saldırıyorlar. Komşu halkların toprak ilhakları, mekansal anların anlam yitimi, zamansallığın gelip geçiciliği, ahlak yasasının çöküşü, varlığın süreksizlik iddiası ve gündelik kargaşanın toplumsal bir norm haline gelmesinin diğer adı olan toplumsal anomiyi yaşıyoruz. Zira Durkheim’e göre anomi; kültürel, etnik, inanç, sosyal ve sınıfsal gruplar arasındaki imtiyaz, ayrım, asimetri, sosyal standardlar, ahlak yasasının ve sosyal etiğin eksikliğinden kaynaklanan hastalıklı bir duruma işaret eder. Özelikle toplumsal moral (ahlak) çöküşü ve adaletin işlememesinden kaynaklı olarak anominin baş gösterdiğini biliyoruz. Bugün Orta Doğu’daki normatif olanın yitimi, toplumsal barışın bozulması, sosyal kurgunun dağılması ve giderek birbirinden kopan haklar ve cemaatlerin aşiret, klan, aile ve birey kimliklerine geri dönmeleri ve birlikte yaşama iradesini gösterememesi bunu en iyi ifadesindir.
Bugün Orta Doğu toplumlarının çoğunun toplumsal sosyolojisine denk düşen kavram tam da budur. Dolayısıyla bireysel anomiyle başlayan varoluşsal bulanımın, zamanla bir toplumsal anomi olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Bugün şiddetin her biçimine rıza gösteren ve milliyetçi hezeyanla yanı başındaki komşu halkları savaşlarla tehdit eden toplumların içine düştüğü durum başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir. Bunun kısa epistemolojik tanımı ve ahlaki tarifi, toplumsal ethosun sefaletinden başka bir şey değildir. Hem alt hem de üst yapının sağlamlığını bozan bu durum zamanla toplumsal normlarının genel karakterini örseleyerek temel bir yön yitimine uğruyor ve buna bağlı olarak ahlak yasalarına ve etik kodlara uymayan başıbozuk bireyler ortaya çıkıyor. Bu durumun tarifi ve sosyolojik anlamı, normların bizzat çatışma halinde olduğu ve bireylerin çatışmanın gereklerine uygun çabalar içine girdiği sosyal kurgu demektir.
Pozitivist, teknoloji merkezli ve rasyonalist temelleriyle tanımlanan modernizmin suları her geçen gün daha hızlı bir şeklide geri çekilirken, post modern zamanın yağmur bulutları yüksek gördüğü tüm tepelere sağanaklar halinde bindirirken, görünen tablonun öncelikle bir toplumsal anomiye işaret ettiğini gözlemliyoruz hep birlikte. Toplumsal anomi bireylerin toplumla ilişki kurmada yararlandığı ilkelere, kanunlara, kurallara uymama halinin yarı sıra “istikrarsız ve dengesiz davranışlar gösterme” hastalığını yayıyor bütün dünyaya. Mevcut toplumsal anomi halinin var ettiği vasat liderler her geçen gün dünyayı sürdürülebilir bir merkez olmaktan uzaklaştırıyor. Bu uzaklaşmayı en çok Türkiye yaşıyor. Türkiye hakları evrensel değerler merkezinden uzaklaşmadan hem kendi barışını hem de bölgesel barışın inşası için beyanda bulunmalıdır. Oysa halihazırda Türkiye neyi ne yapacağını bilemiyor, davranışlarını kontrol edemiyor; anlık, tutarsız tepkilerle, sağıyla soluyla kanlı kavgalara girişiyor ve bu durum birebir bütün topluma sirayet ediyor. Milliyetçi ve ırkçı hezeyanlarla savaşlara düğüne gidiyormuş gibi gidiyor ve halka kan seviciliği yaptırarak kendi kötülüklerini alkışlatıyor. Çünkü Nurdan Gürbilek’in deyimiyle, “Kötülük ne kadar çok insanla paylaşılırsa, sorumluluğun da o kadar azaldığını tüm egemenler iyi biliyor.” Bu toplumsal kurguyla her geçen gün kendi varlık sebeplerini ortadan kaldırırken, neticede kitlelerin de hem kendilerine hem de çevrelerine karşı yabancılaşmasına yol açıyor.
Son günlerde meydana gelen olayların ve özellikle Rojava’ya yönelik savaş ve ona bağlı olarak yaşanan gelişmelerin toplamında ülkenin ruh haline baktığımızda hastalığa bürünmüş bariz bir toplumsal anomiyle karşı karşıya kalmanın yanı sıra Camus’unun Yabancı’sındaki Absürt (saçma) kavramıyla da yüz yüze kaldığımızı gözlemliyorum. Yabancı’daki absürtlüğün tarifi her ne kadar anomiyle ayni anlama gelmese de yer yer iç içe geçecek kadar yakın olan durumlara gönderme yaptığı aşikardır. Nitekim anomi toplumsal sözleşmenin bitişi, kanunsuzluğun kol gezdiği nizamsızlığı tariflerken, absürtlük insanın ironik halinin en çaresiz şekline vurgu yapar. Çünkü insanın saçma hali ayarsız bir oyuncak gibidir, zaman ve mekandan bağımsız olarak ansızın hem devreye girebilir hem de devre dışı kalabilir. Bunun insana indirgenmiş haliyse etrafında olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir çaba harcamayan, kayıtsız, vurdumduymaz bir kişinin durumunu nesnel bir görüşle gözler önüne serer.
Absürtlük ile anomi arasında sendeleyip duran insan her durumda anormaldir. Dolayısıyla romandaki kahramanın içine düştü kayıtsızlık hali çağımızın toplumsal durumunun anomik halinin dışavurumudur. Bugün Türkiye’de hem gelişen sosyo-ekonomik yapı, hem de sosyo-psikolojik düzey, kültürel anlamıyla şiddeti teşvik eden bir anlayışıyla hazırlanmaktadır. Bu anlayış ötekiyi “dövmek/devirmek” için hem her yolu dinen mubah, hem de ırkî olarak ahlakı bir görev şeklinde görmektedir. Özellikle son yıllarda akıldışı bir absürtlükle Kürt karşıtı üzerinden yükselen bu kin ve nefret dalgası, toplumun hemen her kesimine yayılmış ve bir nevi yeni “Türklük Sözleşmesi” babında işlev görmektedir.
Nitekim son olarak Rojava’ya karşı başlatılan savaşla beraber bu durum artık yaygın bir toplumsal anomiye evrilerek devam ediyor. Unutulmamalıdır ki, anomi aynı zamanda toplumsal dönüşümleri ortaya çıkaran bir çözümleme momenti olarak da görülen bir olgu karakterine sahiptir. Türkiye’nin bu denli cebelleştiği bir çözümleme olgusu olduğuna göre, bu durumun yeni büyük toplumsal değişim ve dönüşümlerin ihtimal dışı olmadığı anlamına geldiğini de özellikle vurgulamak lazım. Dolasıyla toplumsal çözülme (Anomi) süreçleri diyalektik olarak öncelikle toplumun içinden çıkan dinamiklerle başlar, çünkü kendi içinde sapmaları önleyememiş toplumların dağılımları kolay olur. Birlik ve beraberliğini sağlamayan her toplumun, ansızın çözülme hüsranına uğramaya mahkum olduğu başka bir hakikattir. Onu için anlam derinliği yüksek olan toplumsal barış ve birlikte yaşama iradesinin inşası için yeni bir toplumsal ethos üzerinde yeniden ve daha bütünlüklü bir barış diskurunu kurmalıyız.