Hevrîn Xelef’in anısına…
Savaş ile barışın kesiştiği yer Suriye. Fenomenleri genel kavramlarla anlamaktan hep kaçınmamız gerektiğini hatırlayarak, kavramların içindeki farkların arasında dolaşmalıyız. Bu, savaşın ya da barışın çeşitlerini sayıp bunlar üzerine düşünmek anlamına gelmiyor. Daha ziyade bütünlük içinde savaş ve barışın bir aradalığını sağlayan ve saçmalığını yansıtan göstergeler aracılığıyla ortak yeri düşünmek anlamına geliyor. Bunun için de öncelikli olarak göstergeler arasındaki ilişkilere, karşıtlıktan çelişkiye, ironiden saçmaya uzanan ağlara bakmalıyız. Düşünmenin yolculuğu boyunca güvenilmeyecek tek şey zamanın kendisi olacaktır. Sağduyu ile harmanlanmış zaman algısının yarattığı sis örtüsüne aldanmadan, şimdi ve burada olanın zamanıyla yeni olana yer açmak adına düşünceyi yeniden biçimlendirmemiz gerekecektir.
Türkiye’nin Rojava’ya yönelik dokuz günlük savaşı, Trump’ın, ABD’nin askerlerini bölgeden çekeceğini söyleyerek bu işgalin önünü açması ve ardından ateşkes istemesi ABD başkanının söylemlerindeki gelgitleri, çelişkileri, ironiyi ve saçmayı bir ve aynı alanda buluşturdu. Dahası Trump’ın “Kürtler bize 2. Dünya Savaşı’nda yardım etmediler. Örneğin Normandiya’da bize yardım etmediler” açıklamasıyla saçmanın kendisi tescillenmiş oldu. Keza Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler toplantısında özellikle batılı devletleri ikna etmek için görsellerle desteklediği “güvenli bölgeye” ilişkin konuşmasını da benzer bir bağlamda düşünmek gerekir. Bu plana göre Efrin’de olduğu gibi savaş, işgal ve yağma ile bölge halkları göçe zorlanacak ve bu topraklara selefi-cihatçı müttefiklerin aileleri veya büyük çoğunluğu Suriye’nin diğer bölgelerinden gelen 2 milyon insan yerleştirilecek ve burası güvenli bölge olacaktır.
Ancak AKP iktidarının uzun zamandır dillendirdiği güvenli bölgenin gerçekçi ve insani olmadığı gibi asıl hedefinin Kürtlerin diğer halklarla birlikte oluşturduğu özerklik yapısını yok etmek ve toplu nüfus hareketleri ile işgal ettiği bölgelerin demografik yapısını değiştirmektir. Nitekim Birleşmiş Milletler (BM), “Suriye’nin kuzeydoğusuna yönelik Türkiye’nin askeri operasyonun başlamasından bu yana 80 bini çocuk, 176 bini aşkın kişinin yerinden edildiğini açıkladı.”(1)
Bu işgal nedeniyle yüzyıllardır bu coğrafyada yaşayan insanlar yerinden yurdundan olmuş ve zorunlu bir göçün mağdurlarına dönüşmüştür. Erdoğan’a göre: “Kürtlerin yaşam tarzları zaten buralara uygun değildir. Buralar çöl olduğu için Araplara uygundur.”(2) Gel gör ki, uluslararası güçler ise güvenli bölgenin kimin denetiminde olması gerektiğini tartışıyor. Tüm bu süreçte ortaya çıkan göstergeler arasındaki ilişkilerin bileşkesini Trump’ın deliliğine atıfta bulunarak açıklamak en kolay yol olacağı gibi Türkiye’nin kalkıştığı savaşı/işgali gizlemenin de bir yöntemidir. Bir devlete sahip olmayan Kürtler dışında, Türkiye ve diğer devletler bütün tutarsızlıklarıyla siyaset sahnesinde rol aldılar. Neyin neden yapıldığına dair rasyonel açıklamalar yapılsa da ve Trump’ı temsil ettiği devletin hamlelerinin tutarsızlığını açıklamaya yetmiyor.
İşgal sürecinde cereyan eden olaylar arasındaki tutarsızlıklar bazen karşıtlık bazen de çelişkiler olarak karşımıza çıkmakla birlikte ortak belirlenimi saçmanın kendisi olacaktır. Savaş ve barış, modern dünya tarihinde saçmaya hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Öte yandan bu saçmanın bir başka yansımasında CHP, Trump’ın mektubuyla dalga geçerek bizzat elleriyle ürettiği ironisiyle bu büyük senfoniye katılmadan edemiyor. CHP, AKP iktidarının bu savaşına, yayılmacı politikalarına, selefi-cihatçı örgütlerle olan müttefiklik ilişkisine ve İdlib’de görüldüğü üzere Birleşmiş Milletler tarafından terörist kabul edilen cihatçı grupları koruyan pozisyonuna dair en ufak bir itirazda dahi bulunmazken, Trump’ın mektubunu hakaret olarak değerlendirip buna gereken cevabın verilmesini istiyor.
Öyle ki, bu tutumuyla CHP, savaşı AKP değil biz istiyoruz ve biz yönetiyoruz diyor. Lakin söylemek gerekir ki, bu içler acısı durum, CHP’nin saçma, kirli ve çirkin bir ironi olarak mevcut olana eklemlenmesine neden olurken, diğer taraftan da partiyi çöküşe sürükleyecektir. Nihayetinde Millet İttifakı’nda cisimleşmiş bataklık senaryosuna rağmen Kürtler kendi kaderini yazacaktır. Zira saçmanın kesesinden ortaya çıkan savaş ile barışın ve bir mucize olarak farkın ifade ettiği tek şey var: Kürtlerin özerkliği…Marx’in söylediği gibi “insanlık önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü daha yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte olduğu yerde ortaya çıkar.”(3)
Özerklik ve Barış Birliği
Kürtlerin çözmesi gereken en büyük problemlerden birisi özerkliktir. Ancak Türkiye’nin Rojava’ya yönelik fiili müdahaleleri ve işgali, Kürtlerin Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) önderliğinde oluşturduğu özerklik yapısını kendi başına koruyamayacağını ortaya koymuştur. Dahası dört parçadaki Kürtler arasında bir mutabakat sağlansa dahi -mevcut koşullar dikkate alındığında- Kürtlerin elde ettiği kazanımları uzun vadede koruması ve sürdürmesi olası gözükmüyor.
Dolayısıyla bu problemin çözümü için gerekli olan uluslararası düzeyde yapılacak bir anlaşmadır. Bu konuda Amerika ve Rusya’nın yanı sıra özellikle Avrupa Birliği’nin sorumluluk alması gerekiyor. Bununla birlikte başta Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa Birliği, Ortadoğu’da “Barış Birliği’ni” kurarak mültecilerin kendi topraklarına dönmesini sağlayabilir. Böylelikle olası savaşların önüne geçebileği gibi zorunlu göçleri de engellemiş olacaktır. “Barış Birliği”, Trump ile Erdoğan’ın telefon görüşmesinden önce sağlanabilseydi tarihin bir ironisi gerçekleşmiş olacaktı.
Kürtler, Filistin ve İsrail
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Birleşmiş Milletler genel kurulunda elindeki haritayı işaret ederek, “İsrail neresidir, İsrail’in toprakları nereleri kapsıyor” diye sorarken benzeri biçimde başka bir ülkenin ve başka halkların toprağında yeşertmek isteği ikinci İsrail olma arzusunu dışa vuruyordu. Bununla birlikte ikinci bir İsrail’in, ikinci bir Filistin demek olduğunu hemen çıkartabiliriz. Türkiye, Kürtleri kendi topraklarında hedef göstererek ve terörize ederek Suriye’de ikinci bir Filistin yaratma çabası içindedir. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener “güvenli bölge Suriye’nin tamamıdır” derken asıl niyeti aşikâr etmiştir. Dahası Türkiye, Suriye’nin ve Rojava’nın belirli kısımlarını nasıl işgal ettiyse Güney Kürdistan’da da benzeri bir işgali arzulamaktadır.
Erdoğan, “Irak’ta da durum berbat” diyerek bu arzusunu açıkça dile getirmiştir. Türkiye’nin uluslararası hukuku ihlal eden dış politikasının bu saldırgan, yayılmacı ve yok edici fantezisinin gizli saklı bir tarafı kalmamışken, uluslararası kurumlar ve büyük devletler ise birtakım sembolik çıkışlar dışında onun işlediği suçlara, zalimliğine ve kibrine göz yumuyor. Öte yandan Kürtler, IŞİD’e karşı verdikleri mücadeleyle her ne kadar batılı devletler ve dünya kamuoyu tarafından kabul görseler de bu tanınırlık,
Kürtlerin kendi öz gücünü var edeceği ve sürdürebileceği bir devlet vadetmiyor. Dolayısıyla Kürt meselesi yalnızca bir toprak meselesi değil, aynı zamanda bir dünya barışı meselesidir. Kürtlerin özgürleşmesi ile birlikte barışın ortak yeri de Suriye olarak tesis edilecektir. Kürtlerin ayaklarının değdiği yer işgalin değil, barış ve özgürlüğün toprağı olacaktır.
(1)https://www.dw.com/tr/bmt%C3%BCrkiyenin-harekat%C4%B1- 176-bin-ki%C5%9Fiyi-yerinden-etti/a-50 940834?fbclid=IwAR2ESNtPo3ctJtzC0 BZXYwNk0966lEhuauslQGNYWyraHiY5lkftWx8jgEQ
(2)https://www.birgun.net/haber/erdogan-oralara-en-uygun-olan-araplardircunku-col-273862 (3)Karl Marx, Önsöz, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, 4.