Erdoğan’ın başını çektiği hükümet rejimi başta Kürtler olmak üzere komşu halklar ve devletlere karşı başlattığı kin ve nefret dalgası ve giriştiği kıyım ve savaşlar her geçen gün Türkiye toplumunun tamamının ahlak yasasını yerle bir ederek onu yeni bir vahşi şiddete doğru sürüklüyor. Ortaya çıkan bu yeni şiddet tipolojisi giderek dışsallaştırdığı ötekinin vahşi bir yabancı olarak damgalayıp daha aşırı bir vahşetle üzerine gidiyor.
İnsanın şiddet kullanım dürtüsü ve istenci her ne kadar yüzyıllardır çeşitli alanlarda bilim insanlarını meşgul etse de, şiddetin beşeri varlığın zihninde işgal ettiği yer halen tamamıyla keşif edilmiş değildir. Çağımızın birçok topik uzmanı, şiddetin öldürücü saldırganlığın temel düsturunun kültürel ve genetik bir bileşkesinden kaynaklandığını ve buna bağlı olarak evrim sürecinde şekillendiği konusunda hemfikir olsalar da yer yer şiddetin vahşeti karşısında zihinsel felce uğradıkları başka bir hakikattir. Bu perspektiften yola çıkarak, ötekiyi vahşice öldürme isteğini, kendi varlık başarısı olarak görmek insan akılsallığını aşan başka bir vahşet türüdür. Bu vahşetin kullanım motivasyon her ne kadar toplumsal durumlara bağlı olarak değişiklik gösterse de onun kanlı sureti hep aynı dehşeti yansıtır.
Şiddet lokomotifi, hep dost ve düşman dualizmi üzerinden ilerler ve toplumsal gerilimler bu hat üzerinde inşa edilir. Ortaya çıkan bu tür toplumsal gerilimler o kadar büyüyor ki zamanla önüne geçmek veya durdurmak neredeyse imkansızlaşır. Onun için ya içe ya da dışa dönük patlak verir. Söz konusu patlama gücü genellikle çok masif ve kanlı sonuçlara yol açar. Yakın tarihin bir müdahale biçimi olarak dışarıdaki tahribat yeterince kanlı geçmese, şiddetin okları içeride hazır bekleyen düşman hedeflere yönelir. Hem içeride hem de dışarıdaki düşmana karşı hayata geçirilen şiddet biçimleri arasında arkaik ceza biçimlerinden kanlı kurban ayinlerine kadar, tabudan totemlerle kadar uzanabilir niteliktedir.
Bir soysal kurgu olarak inşa ettiği düşman resimlerine karşı başvurduğu şiddettin ağırlığı ve vahşi dehşeti kızgın tanrıların gazabını aşacak kadar kanlı biçimlere bürünebilir. Bu vahşetin tarihteki izlekleri ölüm kuşlarının Hiroşima şehrinin üzerine bıraktığı atom bombasından Auschwitz-Birkenau’daki gaz odalarının kansız şiddetine veya Tanrı katında merhametsizce Rojava’daki masum çocukların üzerlerine düşen beyaz fosfora kadar uzanır. Dolayısıyla günümüz toplumunun giderek ötekinin veya yabancının bertaraf edilmesi üzerinden kendini güvene almaya çalışıyor olması ve bu yapay güvenlik ihtiyacı sendromunu küresel çağın hastalığı haline getirmesi, şiddetin daha ne kadar kendi sınırları dışına çıkacağı öngörüsünü de imkansız hale getirmektedir. Özellikle Suriye savaşı olarak adlandırılan şiddet sarmalı her geçen gün daha da vahşileşerek kaidesiz hale geliyor. Giderek masif bir vahşileşmeye doğru kayan bu şiddet arenası zamanla kültürel bir öğe olarak bütün bölgeye yayılıyor. Bunun en canlı örneği hükümetin içerde yarattığı “Kürt düşman algısı” ve terör tanımıdır.
Bu algı ve tanım çerçevesi hem içeride hem de dışarıda Kürtlere ve çeperindeki kesimlere vahşice saldırmayı öngörüyor. Bugün içeride başlatılan cadı avı ve Rojava’da deneyimlenen şiddetin biçimleri medeniyetle olan bütün bağların kesildiği ve bütün toplumun vahşetin kucağına düştüğünün bir kanıtıdır. Bütün dünyanın şahitliği ve devletlerin rızasıyla Rojava’da tanıklık ettiğimiz cehennemin o kızgın ateşleri asırlardır insanlığın temel değerlerini öldürmek için canla başla kalkışmaya çalışan ‘modern insanın’ vahşetinden başka bir şey değildir. Nitekim bugün Rojava haklarının maruz kaldığı bu vahşi yıkım sahnesi dünya tarihi için tekil bir örnek değildir elbet, ama bugün orada hayatta geçirilmeye çalışılan yıkımın biçimi bir bütün olarak toplumsal vahşileşmenin sıradanlaşan bir niteliğe sahip olduğunu da bilince çıkartmalıyız. Yıkım gücünün büyüklüğü nedeniyle geride kalanların bir daha kültürel aktarım ve medeniyetle bağ kuramayacak kadar tahribata uğruyor.
Onun için başvurduğu şiddet sürekli kılıktan kılığa giren bir oyuncuya benziyor, zaman ve mekanın ruhuna bağlı olarak karakter ve suret değiştiriyor. Dünyadaki dengelerin karakteristik özelliklerine göre hareket ederek vuku buluyor ve uygulanırken bile merhamet adına yapıldığı ifade ediliyor. İcracıların hilekarlığı o kadar büyük ki işgale giderken bile kendisine kurtarıcı diyor, savaşı barış için yaptığını dillendiriyor. Bunu yaparken makrofizik şiddetin en vahşi halini bile örtmeye çabalıyor, onun için verbal şiddetin dozajını artırarak ve dil üzerine bina ettiği bir retorikle dünyanın karşısına çıkar ve böylece arkasında bıraktığı yıkımlara kabul edilir isim veriyor.
Belanın asası gibi dünyanın başında sallanan bu keskin dilin şiddeti ve fiziksel şiddet hep aynı argümanlarla ‘ötekinin mutlak kötülüğü’ üzerine bina ediliyor. Ötekinin salt varlığı bile dünya için bir veba salgını kadar tehlikeli olduğunu dilin en vahşi şiddetiyle haykırırken, buna fiziksel şiddetin vahşeti hep eşlik ediyor. Kullandığı dillin şiddetiyle “vahşileştirdiği” ötekine envai çeşit iftiralar atıyor, itibarsızlaştırıyor, varoluşsal manada aşağılıyor, insan vasfından çıkarıyor ve nihayetinde körleşmiş vahşi bir şiddetin hedefi haline getiriyor. Körleşmenin keskin şiddetinin gölgesi altında büyük kıyımlara imza atıyor. Her geçen gün kaba kuvvet anonimleşmiş bir biçimde tırmanıyor, öznesinden arınmış, sisteme içkin bir şiddete dönüşüyor ve toplumsal karşılığı ne olursa olsun saklanmayı beceren bir olgu haline bürünüyor.
Buradaki şiddetin vahşi hali Elias Canetti’nin Körleşme’sinde kurguladığı zaman ve mekân bulunuşunda fildişi kulesine çekmiş toplumun cisimleşen ruhunun bir izdüşümü gibi duruyor karşımızda. Canetti’ye göre ‘insanoğlunun’ kendi eliyle kurduğu cehennemi tuzağın ilk adımıdır vahşetin tarafı olan ve karşısında susan insan. İnsanın bu hali her dönem ve her toplumda olup bitenler karşısında yabancılaşmış, vahşete uyum sağlamış ve yer yer körleşmiş vahşidir. Bugün Türkiye toplumunun ağırlıklı ekseriyeti Canetti’nin körleşmesiyle şiddetin kör vahşeti arasında kendi öznel kopuşunu yaşayan bir biat toplumu haline dönüşmüştür.
Rojava halklarına yönelik uygulanan bu kör vahşetin tarafı olmak, bunun karşısında susmak veya aymazlık içinde olmak salt aydınların çaresizliğine dair bir vurgu değildir, aynı zamanda sade yurttaşların da bu cehennemi vahşileşmenin kabulünün tescilidir. Dolayısıyla bu durum, bugün yaygın egemen siyasetin şiddet kullanımına sonsuz destek ve kredi verdiği için şiddet toplumun bir parçası ve toplum bizatihi şiddetin kendisi oluyor. Onun için ne toplum ne aydınlar gelmekte olan muhtemel büyük felaket ve olası sonuçlarını görmek yerine ötekine (Kürtlere) karşı duyduğu vahşi nefretin dalgaları onları derin bir “körleşme” girdabına sürüklüyor…