Yalan dağları heybetli görünür ama çoğu zaman kağıttan yapılmıştır. Yıkılıp gitmesi ters bir rüzgâra bakar; şu günlerde Şili’de, Irak’ta, Lübnan’da tanık olduğumuz üzere.
Türkiye Cumhuriyeti devlet değil de bir insan olsa ve terapi koltuğuna oturtulup ona “Hadi anlat bakalım, neler yaşadın?” diye sorulsa, geçmişine dair bir dizi yalanı tekrarlayıp duracağı için -uzman değilim ama- muhtemelen ileri düzeyde obsesif kompulsif kişilik bozukluğu teşhisiyle evine yollanır. Artık ilaç tedavisine başlama tavsiyesi mi alır, yoksa bir kaç seans sonunda umutsuz bir vaka olduğuna kanaat getirip terapiye son mu verilir, o kadarını uzmanlar bilir.
Burçin Gerçek’in “Akıntıya Karşı” adlı kitabının girişinde bir dip notla aktardığına göre, Kıbrıslı gazeteci-yazar Sevgül Uludağ, Türkiye’nin üç temel meseleye dair “yalan dağları” üzerinde kurulu olduğunu söylemiş: Ermeni soykırımı, Kürt meselesi ve Kıbrıs sorunu. (Uludağ bir yazısında bu kavramı Kıbrıslı başka bir yazar olan Fatma Azgın’dan, o da bir yazısında hocası addettiği Louise Diamond’dan aldığını belirtiyor; daha ötesine iz süremedim.)
Tarihsel olarak hayli dağlık ve engebeli bir yalanlar coğrafyasında yaşadığımız yetmezmiş gibi, son yıllarda tertemiz medyası, evlere şenlik adalet sistemi, güzide demokrasisi, tıkır tıkır işleyen ekonomisi ve sıfır sorunlu dış politikası ile bu alanda yeni sıradağların hızlı oluşumuna tanık olduk, oluyoruz. En basiti, sokakta bana nefes aldırmayan devlet sandığa çağırıp oy kullanmamı istiyor; öyle yapıyorum ve kısa zamanda sandığın koca bir yalan olduğunu söylüyor, gözümün içine baka baka. Gazete/TV kapatmalar, internet karatmaları, yayın yasakları, gizlilik kararları, -sonunda bu noktaya geldik, evet- kitap yakmalar vs. ile desteklenen bu yalan dağlarının gölgesinde yaşamaya alıştık neredeyse. Yalandan bir referandumla rejim değiştirip koltuğuna oturan partili cumhurbaşkanımız, geçen gün bu dağlara yeni bir tümsek ekleyip üstüne tüy dikti.
ABD’de Donald Trump’la görüşmesinin ardından Maryland’deki Diyanet Merkezi’ni ziyaret etmiş ve oradaki konuşmasında şunu demiş: “[Ermeniler] bundan önce değişik yerlerde göçmen olarak dolaşırlardı, Türkiye’de de aynı şekilde göçmen olarak yaşarlarken zorunlu tehcir yaşandı.” Yani diyor ki, ittihatçılar onların yolunu uzatıp bozkırlardan geçirerek çöllere doğru sürmese, zaten kendileri Anadolu’ya azıcık takılıp gidecekti. 1915’te olup bitenleri bu şekilde açıklamaya ve aklamaya çalışmak? Neden olmasın! Kürtleri karlı dağlarda ‘kart kurt’ diye dolaştırıp kimlik mutasyonuna uğratan, kendini ev sahibi herkesi misafir addeden tek tipçi zihniyet için resmi tez üretmek çocuk oyuncağı. Gerçi bu şimdiye kadarki inkarcı tezlerden hayli farklı, ama daha insafsız değil. Hatta “Ermeni mezalimi” söyleminden daha geri bir adım olduğu söylenebilir. Dönemin Ermeni nüfusu Türk köylerine saldıran eli sihalı teröristler değilmiş meğer, kendi halinde dolaşan zararsız göçmenlermiş. Böyle serseri mayın gibi dolaşırken nasıl da toz olup yok olduklarını açıklamak kalıyor geriye, onu da resmi tarihçilere bırakalım.
Daniel Boorstin, ta 1962’de yayınlanan ve ABD’nin görüntülere hapsolmuş ‘yalan dünya’sını masaya yatırdığı “The Image” (İmaj) adlı kitabında “gerçek”in yerini “inanabilirlik”e bıraktığını söyler. Ona göre böyle bir çağda “Pratik zekâ gerçekleri ortaya çıkarmaktan ziyade gerçek gibi görünen beyanlar icat etmeye adanır.” Ralph Keyes de, yine daha çok Amerikan toplumunun yalanla ilişkisini inceleyen kitabı “Hakikat Sonrası Çağ”da, doğruyu dillendirmenin aksine yalan söylemek yetenek ve hayal gücü gerektirir, der. Bizdekilerde zekâ ve yetenek tartışılır, ama hayal gücüne diyecek yok, Allah için. Üzerine kafa yorulması gereken asıl mesele, bizim bu yalanların gölgesinde yaşamaya alışma kapasitemiz, ne kadarını yutup sindirmeyi becebildiğimiz. Daha da önemlisi, Ermeni soykırımı ya da Dersim kırımında olduğu gibi, gerçeği bilmeye ne kadar hazır olduğumuz. Keyes’in bir saptaması daha var bu konuda: “Gerçeği duyma becerisi, en az gerçeği söyleme becerisi kadar çaba gerektirir.” Yalan dağları heybetli görünür ama çoğu zaman kağıttan yapılmıştır. Yıkılıp gitmesi ters bir rüzgâra bakar; şu günlerde Şili’de, Irak’ta, Lübnan’da tanık olduğumuz üzere.