İlk önce Doğu Bloku ülkelerinin, ardından ise SSCB’nin çökmesinin ardından liberal ve muhafazakâr zihinler rahat bir nefes almıştı. 1789’la birlikte açılan “kanlı parantez” böylece son bulmuş, meydan kapitalist refaha, serbest piyasanın şaşmaz eline ve demokrasiye kalmıştı. Bu devasa yıkımın ardından, sosyal demokrat partiler neoliberal politikaların daha militanca yürütülmesine talip olurken, Avrupalı çoğu komünist parti de sosyal demokrasiden boşalan alanı doldurmuş, bu durum zat-ı muhteremleri daha da keyiflendirmişti. Artık Marx’ın da, sosyalizmin de adı anılmaz diye düşünüyorlardı.
Ta ki 2008’e kadar. Bu yıl patlayan kriz, burjuva iktisatçıları tarafından hemen finansal şişkinliğe ve ekonomi yönetiminde alınan yanlış kararlara bağlanmaya çalışıldı. Diğer yandan ise birtakım gazete ve dergiler, çöküşten beri, bir popüler kültür ikonu olarak ambalajlanmaya çalışılan, Karl Marx’ın haklı olup olmadığını sormaya başladı. Kapitalizmin yapısal krizler barındırdığını ve bundan kaçınılamayacağını söyleyen Marx tabii ki haklıydı. Ancak bu dönem yazılan yazılar, yapılan haberler Marx’ın popüler kültür ikonu imajının dışına çıkmayan, aksine onu güçlendiren bir çizgi izledi.
Derken, 2011 ile birlikte güçlü bir isyan dalgası patladı. Tunus’ta zabıtaların tezgahına el koymasının ardından bedenini ateşe veren Muhammed Buazizi, ülkede büyük bir ayaklanmanın fitilini ateşledi (Buazizi’nin intiharını yoksulluktan ziyade kişisel sorunlarıyla ya da benzini kolaylıkla bulmasıyla açıklayan intihar uzmanları çıkmıştır mutlaka). Tunus’ta diktatörlük kısa sürede yerle bir olurken, bunu Mısır izledi. Krizi finansallaşma ile sınırlı tutan iktisatçılar bu isyanların krizle alakası olmadığında ısrar ettiler. Sonuç olarak yıkılan köhne Arap diktatörlükleriydi. Ancak, çok geçmeden Tahrir’i diplerinde, Wall Street’te buldular. İsyan dalgası, krizin vurduğu ülkelerin birçoğunda meydan işgalleriyle genişledi. Bu süreçte “Marx haklı mıydı” sorusunu sormak da biraz tehlikeli bir hal almıştı. Çünkü eylemler sol bir söylemle sarmalanmış, meydanları Sovyetler’in varlığını görmemiş genç bir kuşak doldurmuştu. Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos’un güçlenmesi kısa bir tedirginlik yarattı.
Bu tedirginliği dağıtan, dünyanın dört bir yanında neoliberal otoriter rejimlerin ya işbaşına gelmesi ya da iktidarlarını ve baskıcı yönetimlerini güçlendirmeleriydi. Göçmen, LGBT, kadın, çevre, bilim düşmanı söylemlerle bütün bir ülkeyi cendereye alıp, medyayı susturup, muhaliflerine siyaset alanı bırakmayıp kendi ilişki ağlarında yer alan burjuvaları zenginleştirme paydasında buluşan bu iktidarlar, kapitalizm ile demokrasiyi neredeyse özdeş görüp, geçmişte devletlerin ekonomiye müdahalesine şiddetle karşı çıkanlar tarafından pek de sorun edilmedi. Tek talepleri ekonominin teknik bir alan olarak muhafaza edilmesiydi.
Hal böyleyken, neden günümüzde liberal Atilla Yayla Twitter’dan “benimle sosyalizmi tartışacak tek bir sosyalist yok bu ülkede” diye meydan okuyor? Ya da Selim Sazak, Komünist Manifesto’yu “üstüne basıldığı kağıda ziyan bir kitap” olarak tanımlıyor? Hadi bunlar önemsiz isimler diyelim, dünyanın dört bir yanında Marksizme saldırının dozu neden artıyor? AP, neden Komünizmi Nazizmle aynı kefede değerlendiren bir karar alma ihtiyacı hissediyor? 2008’deki bir popüler kültür kurgusuyken, 2011’dekinin esamesi okunmazken?
Ciddi Ciddi Sosyalizm (çev. Cemre Şenesen, Yordam Kitap, 2019) kitabının yazarı ABD’li mizahçı, sendikacı, Troçkist Danny Katch buna şöyle güzel bir cevap veriyor: “Sağcılara musallat olan heyula, kapitalizmin başarısız bugünü ve geleceği, ki buna bir çare bulunması artık mümkün değil. Bizim tarafa musallat olan heyula -sosyalizmin geçmiş başarısızlıkları- ise, anlayıp üstesinden gelebileceğimiz bir şey.”
Tek kutuplu dünyanın vaatlerinin bizi getirdiği yer belli. Zenginler ile yoksullar arasındaki gelir farkının olağanüstü derecede artması, krizin bütün faturasının emekçilerin üzerine yıkılması, ABD başta olmak üzere birçok ülkede sağlık ve eğitimin yoksullar için bir lüks halini alması, vergilendirmede adaletsizliğin had safhaya çıkması (sadece Türkiye’deki iktidar yandaşı şirketlerin değil dünyada birçok büyük şirketin vergiden muaf tutulması), sermayedarların demokrasilere istedikleri ayarları vermesi, sanayi üretiminin güneye kaymasıyla sömürü koşullarının ağırlaşması, Batı’da ise güvencesizliğin geçer akçe olması… (Şili’den Irak’a, Ekvador’dan Lübnan’a kadar gelişen yeni isyan dalgası bu çürümeyi göstermiyor mu?)
Kapitalizmin klasik övgülerinin artık bir anlamı kalmadı. Son dönemin gözde masallarından start-up kurup zenginleşmenin, sadece bir kişinin zenginleşmesi için yüzlerce insanın karın tokluğuna, güvencesiz ve esnek çalışması anlamına geldiği ortaya çıkalı çok oldu. Orta sınıf kurgusu, iş saati bütün yaşamını kaplayan, işsiz kalması ufak bir dalgalanmaya bakan, bütün hayat enerjisini kariyerinde yükselmeye adayan gençlerin Prozac kutularına sıkışıp kaldı. Sanatsal ve fikirsel özgürlüğün ancak kapitalizm altında mümkün olduğu savı, interneti ele geçiren üç-beş şirketin geliştirdiği, kültürel ürünleri ve beğenileri standartlaştıran algoritmaların duvarına çarptı. Tek kutuplu dünyada barışın egemen olacağı hayali, 90’lardan beri yaşanan savaşların gümbürtüsü altında eridi.
İşte böyle bir dönemde, sosyalizmi mi, kapitalizmi mi tercih ettikleri sorulan Amerikalıların üçte biri sosyalizm demeye başladı. Bu oran 20’li yaşlardaki insanlarda yüzde 50 oranında sosyalizm lehine döndü (Katch, a.g.e). Soğuk Savaş’ın bir çıktısı olarak geçmişte sosyalizm kelimesinin öcü gibi karşılandığı bu ülkede, Democratic Socialist for America’nın üye sayısı 50 bini aştı. Bu, Demokrat Parti’nin içerisindeki bir grubun sosyalist bir devrim yönelişine gireceğini göstermese de, sol siyasete olan ilginin, sağcıları korkutan, boyutunu iyi bir şekilde gösteriyor.
“İnsanlar kapitalizm hakkında konuşmaya başladığında, kapitalizmin başı dertte demektir. Bu, sistemin soluduğumuz hava kadar doğal olmaktan çıktığı anlamına gelir” diyor Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı? (çev. Oya Köymen, Yordam Kitap, 2014) başlıklı kitabında. İnsanlık tarihindeki bir parantezi 91’de kapattıklarını düşünenlerin, öyle bir parantezin olmadığını fark ettiklerinde telaşlanması bu yüzden. Bu telaşın katmerlenerek büyüyeceğini, kapitalizmin insanlığa kıyametvari senaryolardan başka bir şey sunamayacağını öngörmek içinse kahin olmaya gerek yok.