Çoğumuz eski MHP Genel Başkan Yardımcısı Agah Oktay Güner’in 12 Eylül sıkıyönetim mahkemesinde söylediği o sözü hatırlarız: “Fikrimiz iktidarda ama biz zindandayız.” Tetikçiliğin trajedisidir biraz bu laf ama gerçektir de. Hakikaten de 12 Eylül’de olan şey, tam da faşistlerin düşünü kurduğu bir düzenin inşasıdır; o hengamede düşün sahiplerinin de içeride olması, onlar açısından kuşkusuz ‘talihsizlik’ sayılabilir.
Ama şu ‘iktidarda olan fikir’ meselesi pek de öyle konjonktürel bir şey sayılmaz. Türkiye tarihine biraz daha geniş açıdan bakıldığında, aslında o kaskatı ırkçılığın, hep iktidarda olduğu görülür. Daha doğrusu o saplantı, devlet mekanizmasının kromozomlarında mevcuttur. Bu açıdan, öğünmesi (ya da yerinmesi) gereken kişi Güner değil, Nihal Atsız ve onun öncelleridir.
Nihal Atsız, evet… Hiç sağa sola sapmadan çırılçıplak ırkçılığı inşa eden bu adamın belki de övülebilecek tek yanı, kaskatı tutarlılığıdır.
Hep en uç noktada
12 Ocak 1905’te İstanbul Kadıköy’de doğmuş Nihal Atsız. Aslen Gümüşhane’nin Torul kazasından geliyorlar ve aile bünyesinde bol miktarda asker kökenli ecdat bulunuyor. İlk ve orta öğrenimden sonra Askerî Tıbbiye’ye giriyor ama daha ilk günlerden kavgalara karışıyor; Arap asıllı bir mülazıma selam vermediği için okuldan atılıyor! Sonrası hep macera! Kabataş Erkek Lisesi’nde öğretmenlik, vapurlarda katiplik… 1926’da nihayet İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi…
Sonrasında hızlı yükselişler ve hızlı düşüşler var. Bir ara asistan oluyor. ‘Atsız Mecmua’ isimli ırkçı dergiyi çıkarıyor. Üniversiteden atılıyor. Hep dalgalı bir hayat… Cumhuriyet tarihi boyunca aslında ‘fikirleri iktidarda’ olan Atsız’ın yaşamı hep konjonktüre göre belirleniyor. Malatya’da ve Edirne’de Türkçe-Edebiyat öğretmenliği, Orhun dergisi… Sonra derginin kapatılması, sonra yeniden 1934’te Kasımpaşa’daki askeri okulda Türkçe öğretmenliği ve yine kovulma…
Komünistler ve Kürtler
Bu arada, Nazizmin yükselişi ve II. Dünya Savaşı, Türk ırkçılarında ‘Orta Asya’yı yeniden alma’ heveslerini canlandırıyor. Atsız ise kafayı komünistlere takıyor. 1944’te aralarında Sabahattin Ali’nin de bulunduğu birçok aydının Marksist olduğunu öne sürerek Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’e saldırıyor. Bu arada Sabahattin Ali’ye hakaret davasında büyük olaylar çıkıyor, Atsız ve Alparslan Türkeş’in de dahil olduğu 35 kişi yargılanıyorlar. Atsız 6 yıl ceza alıyor. Çıkınca Ötüken dergisi macerası başlıyor ve kafayı Kürtlere de takıyor. “Kürt devleti hayali ardında koşarlarsa nasipleri yer yüzünden kazınmak olacaktır. Türk ırkı oluk gibi kanı pahasına yurt edindiği Türkiye’ye göz dikenleri ne yapabileceğini göstermiş 1915’te Ermenileri, 1922’de Rumları yok etmiştir” diyerek gözdağı vermeye çalışıyor.
‘Ya sev ya terk et’ söyleminin mucidi olarak daha da ileri gidiyor: “Kürt kalmakta direnir, dört beş bin kelimelik o iptidaî dilleriyle konuşmak, yayın yapmak, devlet kurmak istiyorlarsa gidebilirler. Biz bu toprakları oluk gibi kan dökerek; Gürcülerin, Ermenilerin, Rumların kökünü kazıyarak aldık” sözleri ona ait örneğin. “Türkiye’nin doğu illeri, elbette Türk’tür. Türk kalacaktır. Bu bölgelerde daha eski olmak hiçbir şey ifade etmez, maymunlar daha da eskidir” diyen de odur.
Ama hakkını teslim etmek lazım; Atsız ‘Kart-Kurt’ zırvalarına da, Türk-İslam numaralarına da bulaşmaz, o daha uçtadır ve açık konuşmaktadır: “Kürtler, Türk veya Turanlı değildir. Kürtler batı dağlarında kalmış bir takım Farslardır. Zaten birbirince anlaşamayan dört beş ağızla konuşan ve kendilerini Kırmanç ve Zaza diye iki gruba ayıran bu toplulukları ‘Kürt’ diye birleştiren bizleriz.”
Barışı ise zaten günahı kadar sevmez! Bu konuda da kibirli bir açık sözlülüğü vardır: “Barış, kardeşlik, insanlık gibi laflar, zavallı ve ezilmiş toplumların Türk ile aynı seviyeye ulaşma hilesidir.” O kadar!
Aynı zincirin halkaları
1960’lı yıllarda artık MHP örgütlenmeye başlarken de Atsız, yine en katı noktadadır ve partiye mesafeli durup gençliğe yönelir. Sağlığı da bozulur bu arada. 11 Aralık 1975’te de kalp krizinden ölür.
Böylece, zaman zaman eziyetlere de katlanma pahasına asla faşist düşüncelerinden sapmayan tuhaf ve saplantılı bir kişilik sahneden çekilir ama aslında Agah Oktay Güner’in dediği gibi, ‘fikirleri’ her zaman devletin genetik şifreleri içerisindedir. Bugünkü “tek millet, tek dil…” tekerlemesi uzay boşluğundan değil, onun yarattığı atmosferden doğmuştur çünkü. Bu açıdan düşünüldüğünde, ölümünden 43 yıl sonra, eski bir ‘Milli Görüşçü’ olan Erdoğan’ın, partisinin Elazığ İl Kongresi’nde onun şiirini okuması rastlantı olmasa gerektir.
Ne de olsa devlette devamlılık esastır.