Televizyon kanallarında sıkça bilgi yarışmaları yapılıyor. Tüm kanallarda dedikodu, evlenme programları (şimdilerde yok galiba), ses yarışmaları, yemek programları dışında kültür adına bu bilgi yarışmaları hiç yoktan iyidir. En önemli işlevleri de ülkece ne kadar cahil olduğumuzu göstermesidir. Bir sayının tek mi çift mi olduğunun 1’ler, 10’lar, 100’ler ve 1000’ler basamaklarından hangisine bakılarak anlaşılacağını bilemeyip seyirciye soran yüksek okul mezunu ve seyircinin de ancak yarısının bildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bu yarışmalara katılanlar da bilgisine, kültürüne güvenenlerdir. Gülünç olmaktan, mahcup olmaktan da korkmuyorlar.
İç savaştan önce Suriye’nin ortalama eğitim düzeyi, bizden öndeydi. Biz ise, ilkokul birinci ya da ikinci sınıfta öğretilen sayı basamaklarını bilmeyen insanlarla ülke yönetiminin ehil ellere geçmeyişinden yakınıyoruz.
Vaktiyle rahmetli Falih Rıfkı Atay’ın bir makalesinden hatırlıyorum. Türkiye’deki okur-yazar oranlarından söz ederken, “her okuma-yazma bileni okur yazar sayamayız, dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyip üst yüzde duranların düşmemesini anlayıp altta duranların neden düşmediğini açıklayamayanların okur yazar sayılmaması gerekir” diye yazmıştı. Şimdi lise mezunlarımızdan bile bunu açaklayamayacakların sayısı hiç de az değildir.
Birkaç gün önce sayın Erdoğan, Latin alfabesine geçişle bir gecede cahil kaldıklarını söyleyenlere katılarak Osmanlı döneminde toplumun yüzde ellisinin okur yazar olduğunu söylemişti. Halbuki 1930’larda okur yazar oranı yüzde on düzeyindeydi. Kadınlarda yüzde ikiden azdı.
Cumhuriyet’le başlayan sözde seferberlik de başarılı olamadı. Olamazdı da, ülke nüfusunun üçte biri Türkçeden başka dil konuşuyor ve birçoğu hiç öğrenmeden yaşayıp gidiyordu. İnsanların anadiline zincir vurup yasaklar ve başka dilden eğitmeye kalkarsanız başaramazsınız. Sonuç, 96 yılda geldiğiniz nokta, üniversite mezunlarınızın bir sayının tek mi çift mi olduğunu bilmek için hangi basamağa bakmak gerektiğini bilememeleri olur.
Sovyetler Birliği’nin kuruluş yıllarında Anadolu’dan çok geride olan Orta Asya ülkelerinde, 1960’larda biz okur yazar oranımızı yüzde kırklara çıkarmakla övünürken nüfusun yüzde doksanbeşi okur yazar hale gelmişti. Hem de Rusça’nın yanında kendi anadilleriyle…
Bu konulardan ve özellikle Kürtçe eğitimden söz açılınca en demokrat geçinenlerin bile sığındıkları bir söylem var: “İyi de Kürtçe uydurma bir dil, edebiyatı mı var, başka dillerden alınmış kelimelerle konuşuyorsunuz”. “Bahçedeki gülleri destele, bahçevana ver” cümlesiyle cevap veriyorum. Bu cümlede “ver” sözcüğünden başka bütün kelimeler Kürtçe/Farsçadır. Ama dünyanın her yanındaki Türkler, bu sözcükleri bilir ve benimsemişlerdir. Tabii tüm Türkçe sözcüklerde bunların Kürtçe olduğuna ilişkin en ufak bir ibare göremezsiniz, hepsi Farsça kökenli olduğunu belirtir. Farsçada da bunlar aynen kullanılır. Çünkü her iki dil aynı kökten gelmekte ve Kürtçe, Farsçadan daha eskidir. Her ne kadar yirminci yüzyıla kadar medreselerde okunmuşsa da Arap, Fars ve Türk devlet yapıları içinde gelişmesi önlenmiş, Cumhuriyet döneminde de uzunca bir süre yasaklı kalmıştır. Şimdi bile okullarda okutulmadığı gibi birçok alanda kullanılması engellenmekte, Kürtçe şarkı bile yasaklanabilmektedir.
“Edebiyatı mı var” diyenlere bir tek söz bile yeter. “Bin yılda bir gelen adam” olarak nitelenen ve ölümünün bininci yılını (1019) idrak ettiğimiz Baba Tahire Uryan çağın en büyük şair ve filozofuydu. Şiirlerini Kürtçenin Lor lehçesiyle yazmıştır. Ömer Hayyam, Mevlana, Yunus Emre onun düşüncelerinden etkilenmişlerdir. Rubai tarzının krucusudur.
Fuzuli’nin Kürtçe divanı olduğu bilinmektedir. Mem u Zin, Leyla ile Mecnun’dan daha geride kalan bir eser değildir. Ehmedi Xani’leri, Molla Ceziri’leri, Feqiye Teyran’ları yetiştiren bir halkın edebiyatı küçümsenemez. Bütün bunlar bir yana çağımızda Nobel alanlar veya adayı olanlarla rahatlıkla yarışabilen bir Mehmet Uzun, edebiyat geleneği olmayan bir toplumda yetişebilir miydi?
Tekrar Türkiye toplumunun kültürel kısırlığına dönecek olursak bu sonuca, ırkçı-milliyetçi ve tek tip insan yetiştirmeye yönelik eğitim sistemine dincilik/selefi mezhepçilik gömleğinin de giydirilerek varıldığını görürüz.
Ezbere ve yazı tura ile cevaplandırılan test çözmeye dayalı 4+4+4 gibi çocukları İmam Hatip liselerine yönlendirme amaçlı bu çağdışı sistemle diplomalı cahiller yetiştirmekten başka bir sonuç alınamaz.
İnsan kimliğinin en önemli öğesi olan ana diliyle eğitimi reddedip çocuğun hiç bilmediği bir dili zorla kullanmasında ısrar etmek, cehaleti katmerlendirmekten başka bir sonuç doğurmaz.
“Din dersi, matematik, fizik, kimyadan daha mı önemsiz” diye sorarsanız eğitim sorununu çözemezsiniz.