Devletin, sınıfların ortaya çıkış sürecinin bir ürünü olduğu biliniyor. Geçmiş dönemlerde muktedirler devlet sözcüğüne kutsallık atfederlerken bugün ise bu işi sermaye sınıfları yapmaktadır. Sermaye, devleti kutsal ve dokunulmaz kılmıştır. Yalın gerçeklerden uzak olan tarihi aktarımlar da devlete geleneksel ögeler eklenir ve kutsanarak, dokunulmaz bir zırha kavuşturulur. Bu kutsallık imajı her türlü yol yöntemle diri kılınır. Devletin temelini oluşturan zor araçları da (asker, polis, yargı vb.) bu ‘kutsallığı’ korumakla yükümlüdür.
Bu ‘kutsal’ devletin korunması toplumsal bir hedef olarak ortaya konur ve halk bu hedef içinde fedakarlığa çağrılır. Toplumsal yaşamın her noktasında, kutsal devlet sürekli olarak karşımıza çıkar. Bu ‘kutsal’ devletin halk adına hareket ettiği imajı yaratılır ve devlet ‘kamu’ yararını gözeten bir mekanizmaymış gibi algılanması sağlanır. “Hepimiz aynı gemideyiz, gemi batarsa hepimiz batarız” propagandasıyla soyup soğana çevirdikleri halkı sermaye politikalarına bu yalanlarla eklerler. Ancak bu devletler zaman zaman krizler yaşar ve bunun ekonomik sonuçları ortaya çıkar.
Engels, ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ adlı kitabında Roma İmparatorluğu’na dair, “İmparatorluk çaptan düştükçe, vergi ve yükümlülükler daha da artış gösterir” demiştir. Bugün Türkiye’de yaşadığımız süreç tam da Engels’in belirttiği durumdur. Türkiye’de sermaye politikaları çıkmaza girerken sermayenin yağmalamayla yarattığı ekonomik yük, sermaye yerine ‘kutsal devlet’ için halkın sırtına yıkılır. Burjuva devletlerinin ‘sosyal barış’ adı altında oluşturdukları hukuk çerçevesine ise bugün hiç tahammülleri kalmamıştır. Her attıkları adımda ‘kamu yararı’ demagojisiyle, burjuvazinin kendisinin yarattığı ve çerçevesini kendisinin çizdiği hukuk sistemi, sermaye çıkarları için delik deşik edilir ve gerekirse yeniden yazılır.
Türkiye’de doğa ve kentsel yağmanın tamamı ‘kamu yararı’ iddiası ile yaşama geçirilmektedir. Bu duruma binlerce örnek vermek mümkündür. Bu örneklerin en yenisi ise Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı köylerden biri olan ve köy içinde 2 adet Jeotermal Enerji Santrali (JES) bulunan Tuzla’da yaşanmaktadır. Faaliyette olan Babadere JES’e, JES 2 adıyla yenisini kurmak için başvuruda bulunur ve Valilik ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararı verirken ‘kamu yararı’ndan söz edilir. Ancak burjuva hukuku tarafından Büyükova Koruma Sahası olarak belirlenen alan içerisinde yer almasına karşın, ‘kamu yararı’ demagojisiyle kendilerinin belirlediği koruma alanının üstü çizilir.
Devlet mekanizması çok yönlü çalışan bir makine gibidir. Bu makinenin bazı parçaları tarafından, koruma zırhına sahip olan ve ‘Büyükova’ özelliğine rağmen ağırlığını devlet memurlarının oluşturduğu İl Toprak Koruma Kurulu tarafından koruma alanının tarım dışı kullanılmasına onay verilir. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı sondaj ve üretim alanının ‘büyükova’ içinde olmasına karşın ‘kamu yararı’ kararı vermiştir ve Valilik dahil tüm kurumlar bu kararın ardına dizilerek, JES’in uygunluğu onanır. Büyükova olması dışında bölgenin zeytin bölgesi olması ve birçok özellik barındıran bitkilerin de yaşam alanı olması ‘kutsal’ devleti ilgilendirmez.
Korumaya alınmasına vesile olan ve herkesçe bilinen ‘Çanakkale Domatesi’nin yetiştirildiği alan yani Tuzla’nın Büyükovasının JES’lere tahsis etmekte ‘kutsal’ çıkarlar gereği, ‘kamu yararı’ kararı vermekte bir sakınca görmezler. Kamu sözcüğü Farsça kökenli bir sözcüktür ve anlamı da hepimizin bildiği gibi halk kelimesiyle özdeştir. Kamu sözcüğü, oluşturulan algı yoluyla ‘kutsal’ devletin mülkiyet alanını ve çıkarlarını düzenlediği bir içerik taşır. ‘Halk yararı’ sözcüğünü asla kullanmazlar. Çünkü sihirli anlam kamu kelimesine yüklenmiş ve devlet mekanizmasının aldığı kararlara bir meşruluk kılıfı giydirilmiştir.
Bir örnek daha vermemiz konuyu daha iyi anlaşılır kılacaktır. Fosil yakıtların ve özellikle kömürün yoğun kullanımı daha doğrusu yakılması sonucu dünyada bir iklim krizi ortaya çıkmıştır. Kömür ve diğer fosil yakıtların kullanımını azaltmak amacıyla öncelikle termik santrallerin kapanması önerilmektedir. Ancak buna karşın İklim Zirveleri’nde alınan bu yönlü kararlara imza atan Türkiye’de termik santralleri kapatmak şöyle dursun bacalarına filtre takılma zorunluluğu bile yoktur ve bu durum 3 yıl daha uzatılmıştır.
Bu süre uzatma için ‘kamu yararı’ vurgusu yapılabilmiştir. İklim değişimine etkisi dışında santrallerin çalıştığı coğrafyada insan, hayvan ve bitkiler bacalardan çıkan kül ve zehirli gazlarla boğulmaktadır. JES’ler de bulunduğu bölgeye arsenik gibi ağır metalleri ve bacalarından zehirli gazları bırakarak insan dahil tüm canlıların yaşamına kastetmektedir.