Britanya’da seçime altı gün kala, iktidardaki Muhafazakarlar ve ana muhalefet İşçi Partisi son kozlarını paylaşıyorlar. Kampanyanın ilk haftalarında elektrik, telekom, posta ve demiryolu ulaşımı gibi kamu hizmetlerini yeniden devletleştirme vaatlerini öne çıkaran Jeremy Corbyn liderliğindeki İşçi Partisi’nin son vuruşu Ulusal Sağlık Hizmetleri konusundaydı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında İşçi Partisi hükümetinin temellerini attığı herkese ücretsiz sağlık hizmeti, bugün ülkede en popüler ulusal varlıklarının başında geliyor. Ama onlarca yıldır devam eden kesintiler nedeniyle artık çok zorlanıyor ve “imdat” sinyalleri veriyor.
İşçi Partisi bir süredir Muhafazakarların Sağlık Hizmetleri’ni ABD şirketlerine peşkeş çekeceğini söylüyor, hükümet ise “Ticaret görüşmelerinde bu konu masaya gelmedi” diyordu. Geçen hafta İşçi Partisi görüşmelerin tutanaklarını ele geçirip açıkladı. Bunlar ABD’nin Brexit sonrası geçerli olacak ticaret anlaşması kapsamında Britanya sağlık sektörüne girmeyi talep ettiğine işaret ediyor. Kabul edildiği takdirde bu, pahalı Amerikan ilaçlarının Britanya sağlık sistemine satılması ya da Amerikan şirketlerinin, sağlık hizmetlerini kısmen satın alması anlamına gelebilir.
İşçi Partisi’nin mesajı basit: Sağlığın kamu hizmeti olarak kalmasını ve Amerikan şirketlerine satılmamasını istiyorsanız, bize oy verin! Geçen hafta ayrıca İşçi Partisi’nin sağlık, itfaiye, belediye hizmetleri, engellilere destek gibi kamu hizmetlerini geliştirme vaatleri, bizzat bu alanlarda çalışan işçilerin hazırladığı içten ve vurucu kliplerle sosyal medyada etkili oldu, kampanyaya ivme verdi.
Sendikaların kurduğu İşçi Partisi, sınıfsal bağını da öne çıkaran bu mesajlarla, Brexit nedeniyle başka partilere meyleden işçilerin tereddütlerini gidermeyi umuyor. Muhafazakarların çantasında ise Brexit’i gerçekleştirmek dışında ikinci bir konu yok gibi. Geçen yıldan beri gündemde tuttukları “İşçi Partisi saflarında “Yahudi düşmanlığının üzerine gidilmediği” iddialarını yeniden ısıtıp gündeme getirmeleri de belki bundandı.
Britanya’daki Yahudi cemaatinin sınırlı bir kesimini temsil eden bir hahambaşının, iddiaları yeniden gündeme getirmesiyle Jeremy Corbyn, geçen hafta çıktığı bütün programlarında döne döne, Parti saflarındaki anti-semitizmden dolayı” özür dilemeye zorlandı.
Corbyn’in, ırkçılığın hiç bir biçimine ve Yahudi düşmanlığına hoşgörü gösterilmeyeceği yolunda defalarca yaptığı açıklamalar, parti içinde bu konuda atılan adımlar ve Yahudi toplumunun sol kesiminden gelen İşçi Partisi’ne destek mesajları ise suçlamalardan daha az duyuldu.
Bu da ister istemez, Corbyn’in aslında dile getirilmeyen başka bir sebepten; İsrail’in Filistin topraklarındaki işgaline yönelik eleştirel tutumu yüzünden hedef alınıyor olma ihtimalinin epey yüksek olduğunu düşündürüyor. İddiaların sürekli tekrarlanmak suretiyle gerçekmiş gibileştirilmesi Corbyn’in politik duruşundan huzursuz olanların, 2015’te parti liderliğine geldiğinden beri ona karşı kullandığı bir yöntem. Bu seçim kampanyasına damgasını vuran önemli bir unsur da “yalanlar.” Başrolde genellikle Başbakan Boris Johnson var. Her gün medyadan söylediği en az bir şeyin daha doğru olmadığını öğrenmek mümkün.
Üstelik bu Britanya politikasında o kadar alışılmadık bir pervasızlıkla tekrarlanıyor ki, yılların sadık Muhafazakar siyaset yorumcusu Peter Oborne daha kampanyanın ilk günlerinde isyan ederek bir uyarı kaleme aldı: “Otuz yıla yakındır siyaset haberciliği yapıyorum, Boris Johnson gibi sürekli, sistematik olarak ve utanmadan yalan söyleyen ve bu da yanına kalan üst düzey bir siyasetçi daha görmedim. O yalan söylüyor, medya da bu yalanları yanına bırakıyor.”
Ama açığa çıkan yalanlar, hatta Muhafazakar çevrelerden gelen bu kadar ağır yorumlar Johnson’a fazla puan kaybettirmiyor olmalı ki, anketlerde aradaki fark İşçi Partisi lehine biraz kapansa da Muhafazakarların oylarında düşüş görülmüyor.
Guardian yazarı Jonathan Freedland bunun nedenlerini irdelediği yazısında “Politikacıların yalan söylemesi yeni bir şey değil, burada yeni olan seçmenin bunu umursamaması” diyor. Brexit oylarının yüksek olduğu bir kasabayı ziyaret eden yazar, Boris Johnson’u “hiç bir söylediğine güvenilmez” diye tanımlayan, buna rağmen neşeyle ona oy vereceğini söyleyen çok sayıda eski İşçi Partili seçmenle karşılaşmış. Diğer konularda yalan söylese bile Brexit konusunda söylediklerini yapacağına inanıyorlar ve “Yalan söylemeyen politikacı mı var, hepsi söylüyor” diyorlar. Böylece bir yandan seçmenin politikacıdan beklentisi daralıp tek konuya indirgenmiş, diğer yandan gerçek çıkarların, yerini gerçekle bağı kopmuş duygulara ve algılara bıraktığı “hakikat ötesi” bir siyaset ortamı oluşmuş oluyor. Ne kadar tanıdık değil mi?
Bu eğilimlerin boyutlarını ve 12 Aralık seçimlerine etkisini kestirmek bölge bölge değişen çoklu faktörler nedeniyle kolay değil ama Freedland’ın tespitiyle noktalayalım: “Bütün politikacıların yalan söylediği varsayımı, gerçeklerin değerini yok ediyor. Eğer seçmen bu varsayıma inanırsa Muhafazakarlar kazanır.”