“Arkadaşlar! Dışarıda bir şeyler oluyor farkında mısınız? Uykuda olanları sarsın, uyandırın. Herkese söyleyin, yakında ışıklar kesilebilir. Karanlıkta ne yapacaksınız?”
Yılmaz Güney, 12 Mart’ın alacakaranlığında Selimiye Cezaevi’nden böyle sesleniyordu. Mahpushane duvarlarının berisinden uzatıp önümüze koyduğu bu çıplak, jilet gibi keskin soruyu, Güney’den bize kalan en değerli şeyler arasında sayabiliriz. Hayat onu dayattığında, yanıtından kaçamayacağımız temel sorulardan biridir çünkü: Işıklar kesildiği zaman ne yapacağız?
Karanlıkta ne yaptığımız önemlidir; ne olduğumuzun, ne olacağımızın cevabıdır. Bana karanlıkta ne yaptığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim! Üstelik karanlık aniden çöktüğünde sessizlik de çöker, korku egemen olur, herkes köşesine çekilir. Böyle bir zamanda sesimiz daha az duyulur, yaptıklarımız görünmez olur. Ama böyle zamanlarda sessizliği delmek karanlığı da delmek demektir ve bunun gerçekleşmesi havanın durumuna, şansa veya kadere değil, ne yaptığımıza bağlıdır. Aynı şekilde, bunun tersinin olması da ne yapmadığımıza bağlıdır. En karanlık zamanlardan birinde yaşamış olan Bertolt Brecht’in dediği gibi:
“Demeyecekler:
Karanlıktı o sıralarda günler, geceler
Ama diyecekler:
Bu ülkenin şairleri neden sessizdiler?”
Elbette burada kastedilen, yerkürenin güneşe sırtını dönmüş kısmına hakim gecenin -ki gündüzün kardeşidir- karanlığı değil. Aşıkların koynuna atlamayı arzuladığı karanlık da değil. Işığın kesilmesiyle oluşan yapay, kasvetli ve köreltici karanlıktan bahsediyor Güney de, Brecht de. İki ‘kara’ arasındaki büyük farkı en iyi bilenlerden biri yine bir mahpus, çeyrek asırdır dört duvar arasında tutulan şair İlhan Sami Çomak olsa gerek. Kendisini konu alan “Gönderen: İlhan Sami Çomak” adlı belgeselde, içerideyken sahici karanlığı ne kadar özlediğinden bahsediyordu. Onca yıldır kapatıldığı ışıksızlığın içinde, günbatımından sonra çöken gerçek karanlığa susamışlığını anlatıyordu şair sözcükleriyle.
Gecenin doğal karanlığı ne kadar ferah ve sağaltıcı ise, baskının, zulmün, cehaletin zifirî karanlığı o denli boğucu ve zehirli. Buna karşı en güçlü panzehir ise, herkesin kendi ışığına ve karanlığına sahip çıkması, birbirinden ateş alarak mumları çoğaltması. Şu aralar iyice koyulaşan, sadece dışımızdaki her şeyi değil soluduğumuz havayı ve dolayısıyla içimizi de çürüten meşum karanlığı yırtıp aydınlığa çıkmanın başka yolu yok gibi görünüyor.
Bu, kendi ruhumuzu sağaltmanın ve diri tutmanın da yegane yoludur. Ortaçağ’ın kara ölüm olarak adlandırılan veba salgını gibi, çağımızın insanı da berbat bir salgınla karşı karşıya: Sosyal ölüm. Üstelik o çağdaki gibi bölgesel değil, bu seferki küresel bir salgın. Ondan korunmanın sihirli bir formülü henüz bulunmuş değil, ama salgınlar karşısında eskisi kadar çaresiz de değiliz. En azından sunaklarda kurban kesmenin, adakların, tanrılara yakarmanın işe yaramadığını tarih öğretmiştir bize.
Ne diyordu Victor Hugo, karanlığın ve ışığın romanı olarak tarif edilebilecek “Sefiller” adlı muhteşem eserinde: “Beslenemeyen mideler gibi, beslenemeyen zihinlere de acıyalım. Açlıktan can çekişen bir bedenden daha da içler acısı bir şey varsa, o da aydınlık açlığından ölen bir ruhtur.”
O halde karanlığın ve sessizliğin ölümcül virüsüne karşı alınacak ilk tedbirlerden biri, zihinlerimizi beslemektir; aydınlığa (mücadeleye, direnişe, sesini çıkarmaya) aç kalmamaktır.
Bu istikametteki pusulamız da, yine Brecht’in dizeleri olacaktır:
“-Karanlık dönemlerde peki,
Şarkı da söylenecek mi?
-Elbette şarkılar da söylenecek
Belgeleyen karanlık dönemleri.”