Türkiye’nin İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kabul etmesinin üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen hiçbir dönem insan hakları ihlallerinin eksik olmadığını belirten Hak İnisiyatifi Diyarbakır Temsilcisi, “İnsan hakları krizi yaşıyoruz” dedi
Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi aynı zamanda İnsan Hakları Günü olarak ilan edildi. Türkiye, Beyannameyi 6 Nisan 1949 yılında kabul etti. Türkiye’nin Beyannameyi onaylamasının üzerinden geçen 70 yıl boyunca, insan hakları karnesi hep tartışma konusu oldu. Her 10 yılda bir darbe yaşanırken, “tehdit” listesi sıralamasının başında Kürtler olmak üzere azınlık, muhalif ve inançlara karşı kesintisiz baskı politikası sürdü. Kürt hareketinin kitleselleşmesiyle birlikte insan hakları ihlalleri de zirveye çıktı. Özelikle 1990’lı yıllardan buyana 17 bin 500 faili meçhul cinayet işlendi, 4 bin köy boşaltılarak milyonlarca Kürt mülteci konumuna düştü.
Kaybedilen seçimle başlayan ‘kriz’
2013’teki çözüm süreciyle birlikte “ihlallerde” düşüş yaşanırken, 2002’de iktidara gelen AKP’nin oylarında düşüş yaşandığı 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nin kampanya sürecinde ihlaller yeniden hız kazandı. Seçime, 2 gün kala DAİŞ Diyarbakır’da Halkların Demokratik Partisi (HDP) mitingine bombalı saldırı düzenledi. 5 kişinin öldüğü bu saldırı daha sonra DAİŞ’in Kürtlere ve muhaliflere yönelik saldırı dizisi iktidarın cesaretlendirici politikasıyla tırmanışa geçti. AKP bu seçimde, ilk defa Meclis çoğunluğu yitirerek, tek başına hükümet kurma şansını kaybetti. HDP ise yüzde 13,1 oy alarak tarih boyunca süre gelen seçim barajını yıktı.
Çözüm süreci rafa kaldırıldı
AKP’nin seçim yenilgisi için ilk açıklama 9 Haziran’da dönemin Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın “HDP, AK Parti iktidarını yıkmak, AK Parti kalesine girmek için bir koçbaşı gibi kullanılmıştır” sözleriyle HDP’nin temsil ettiği Kürt ve muhaliflere yönelik baskı politikasının ilk işaretini verdi. 17 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe’de açıklanan 10 Maddelik Mutabakatı tanımadığını açıklamasıyla “Çözüm Süreci”nin rafa kaldırdı.
İŞİD saldırıların sahnesinde
Erdoğan’ın süreci rafa kaldıran açıklamasından 3 gün sora, 20 Temmuz’da Urfa’nın Suruç ilçesinde, Kobani’ye yardım götürmek üzere toplanan gençlerin basın açıklaması yaptığı sırada, intihar saldırısı düzenlendi. DAİŞ’in üstlendiği canlı bombalı saldırısı sonucu 33 kişi öldü, 100’den fazla kişi yaralandı.
Aydınlatılmayan 2 polisin ölümü
Suruç Katliamı’ndan 2 gün sonra hala aydınlatılmayan bir diğer olay, 22 Temmuz 2015 tarihinde Urfa Ceylanpınar’da yaşandı. İlçedeki iki polis, kaldıkları evde öldürüldü. Bu gelişme Kürt sorununda yeniden silahlı yöntemlerin kullanılmasının startı verildi.
Öz yönetime karşı saldırılar başlatıldı
Demokratik Bölgeler Partisi’nin (DBP) kazandığı belediyeler, 10 Ağustos’ta “öz yönetim” ilan etti. 11 Ağustos’ta ise bu adıma karşılık Erdoğan, “Bu açıklamayı kimler yapıyorsa ağır bir bedel öderler” sözleriyle yanıt verdi. 12 Ağustos’ta ise 4 il 15 ilçe belediyesi “öz yönetimi” kabul etti. “Öz yönetim” ilan edilen kentlerde, şiddetli çatışmalar başladı. Bu sürede hükümeti kuramayan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, 26 Ağustos 2015 Genel Seçim Sonuçlarını yok sayarak 1 Kasım’da seçim yenilenme kararı aldı.
Saldırılar arttı
Seçim yenilenme kararının ardından “AK Parti’yi yıkmak için kullanılan koçbaşı” olarak hedef haline getirilen HDP binalarına 8 Eylül’de ülke genelinde saldırılar başlatıldı. HDP bileşenlerinin 10 Ekim’de Ankara’daki “barış mitingine” DAİŞ saldırı düzenledi. Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamı olarak kayıtlara geçen saldırıda 102 kişi yaşamını yitirdi.
Şehirler yerle bir edildi
Seçimin yenilendiği 1 Kasım tarihi “kabus dolu” 5 ay olarak kayıtlara geçti. 1 Kasım’da AKP yüzde 49,5 oy alarak yenden tek başına iktidar oldu. Seçimden 6 ay sonra “yeni sürecin mimarlarından” Başbakan Ahmet Davutoğlu, Erdoğan tarafından azledildi. Öz yönetim ilan edilen Cizre, Sur, Varto, İdil, Silopi, Yüksekova, Şırnak, Dargeçit, Derik, Nusaybin, Silvan tank ve toplarla yerle bir edildi. Bu dönemde 400 bin ile 1 milyon kişi arasında göç etti.
Varto’da başlayan ve 7 Temmuz 2015- 27 Mart 2016 tarihlerini kapsayan “öz yönetim” çatışmalarında yaşamını yitiren insan sayısı kesin olarak bilinmiyor. Çatışmanın tarafları tarafından telaffuz edilen kayıtlara göre, yaşamını yitirenlerin sayısı 10 bini buluyor.
Tahir Elçi ve 285 sivil öldürüldü
Aynı dönemde aralarında Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin de yer aldığı 285 sivil yaşamını yitirdi. Pek çok ilde gerçekleştirilen operasyonlarda ise 10 bin 326 kişi gözaltına alındı, bunlardan 3 bin 387’si tutuklandı.
Binlerce kişi öldürüldü
Haziran seçimleri sonrası 6 aylık kısa bir sürede Çözüm Süreci’ne tek haneye düşürülen çatışma ve yargısız infazlardan kaynaklı ölüm sayısı yeniden 3 haneli rakamlara yükseldi. İnsan Hakları Derneği raporuna göre, 2015’in son 6 ayında çatışan taraflardan 483 kişi öldü, 731 kişi ise yaralandı. 289 kişi ise yargısız infazlarda hayatını kaybetti, yargısız infaz saldırılarında ise 572 kişi yaralandı. Aynı şekilde, başka başlıklarda da hak ihlallerindeki artış dikkati çekiyor. İhlallerin sürdüğü 2016 yılı ise, çatışmadan kaynaklı ölümler 4 haneli sayılara yükseldi. İHD verilerine göre, çatışma ve saldırılarda, 2 bin 48 kişi öldü, 3 bin 276 kişi ise yaralandı.
200 bin kişi ihraç edildi
Çatışma bölgelerinde görev alan subaylar, 16 Temmuz 2016’da askeri kalkışma girişiminde bulundu. Hükümet, dönem müttefiki Fethullah Gülen ve taraftarlarını darbenin arkasında olmakla suçladı. Hükümet 22 Temmuz’da Olağanüstü Hal (OHAL) ilan etti. OHAL Kanunu’nun verdiği yetkiye dayanan hükümet, yaklaşık 200 bin kişiyi Kanun Hükmünde Kararnameye (KHK) dayandırarak kamu görevinden ihraç etti.
Demirtaş ve Yüksekdağ tutuklandı
AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” olarak değerlendirdiği askeri kalkışma sonrası, binlerce kişi gözaltına alındı, gazeteler, televizyonlar, dergiler, dil kursları, okullar, KHK ile kapatıldı, gazeteciler gözaltına alındı, tutuklandı. Birçok kişi ise yurtdışına gitmek zorunda kaldı. HDP’li 96 belediyeye ise kayyum atandı. 4 Kasım 2016’da HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’la birlikte 11 milletvekili tutuklandı.
Tek adam rejimi
Siyasi rakiplerini baskı altına alan ve tutuklatan Erdoğan, MHP ile kurduğu ittifakla OHAL koşulları altında “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” referandumuna gitti. 16 Nisan 2017’de yapılan referandum, yüzde 51,41 ile kabul edildi. Yeni sistemle birlikte Meclis işlevsizleştirildi. Bakanlar Meclis dışından atanmaya başlandı. Cumhurbaşkanına geniş yetkiler tanıyan yeni sistemle birlikte 2 yıl süren şiddet, çatışma, baskı, demokratik hakların kısıtlanması, özgürlüklerin kısıtlanması, yargının denetim altına alınması, seçme ve seçilme hakkına müdahale, kayyum atamaları, basın yayın organlarının kapatılması, gazetecilerin, insan hakları savunucuların, siyasetçilerin tutuklanması adeta normalleşerek kurumsal bir karakter kazandı.
Yeni sistemle birlikte baskıya uğrayan insan hakları kurumları sağlık veri toplamakta zorlanırken, toplanan hak ihlalleri verileri de kuşkulu hale gelmeye başladı.
‘İnsan hakları krizi yaşıyoruz’
Bu süreçlerde yaşanan hak ihlallerini, Hak İnisiyatifi Diyarbakır Temsilcisi Reha Ruhavioğlu Mezopotamya Ajansı’na (MA) değerlendirdi.
2015’ten bu yana yaşanan hak ihlallerini, “insan hakları krizi” olarak niteleyen Ruhavioğlu, Türkiye’nin 2019 yılı insan hakları karnesinin kötü olduğunu söyledi. OHAL döneminde ihlallerin en yüksek seviyeye çıktığına işaret eden Ruhavioğlu, “Bu gün hala insan hakları krizini yaşıyoruz. Türkiye 2019’da daha iyiye gitmedi” dedi. İfade özgürlüğü, yaşam hakkı ihlali, gözaltılar ve şekilleri, iç politikada muhalif siyasete siyasi baskı, yargının bir muhalefet aracına dönüşmüş olduğunu dile getiren Ruhavioğlu, “Türkiye’nin 2019 karnesi, 2015’ten bu yana çok kötü bir dönem olarak tarihe kaydedilecektir” diye belirtti.
‘Korku hegemonyası için yapılıyor’
Türkiye’de 2019 yılında öne çıkan meselenin “ifade özgürlüğü” olduğunu dile getiren Ruhavioğlu, bu süreçten, gazetecilerin, siyasetçilerin, hak savunucularının, cemaatlerin, işçilerin hükümete yönelik eleştirileri nedeniyle yargılanmaya maruz kaldığını belirtti.
İnsanların sosyal medya hesaplarından yaptığı eleştirel paylaşımlar nedeniyle, gece yarısı evlerinin basıldığı, kapılarının kırıldığı anlatan Ruhavioğlu, “Gece yarısı bir twitter için kapı baca kırarak bir insanı gözaltına almaları ve saatler sonra serbest bırakılıyor ama geride kırılmış kapı, ürkmüş çocuklar, paniklemiş bir mahalle kalıyor. Bir korku hegemonyası için yapılıyor” diye konuştu.
“Polis gözaltına aldığına bir kamu görevlisi olarak değil bir düşman gibi davranıyor” diyen Ruhavioğlu gözaltına alınma biçimlerine işaret ederek, “Kolunu bacağını bükmek, kırmak, dövmek, işkence ve kötü muamele etmek, ters kelepçe yapmak, gözaltı süresinin keyfi bir şekilde uzatılması, işlemlerin hızlandırılmaması şeklindedir. Yargılanma süreçlerinde savcının sadece aleyhteki delilleri toplaması, lehteki delilleri sanığın kendisinin toplama zorunda kalması ve bu durumda bile her duruşmada savcının iddialarını çürütmesine rağmen savcının bunları hiç dinlememiş gibi tekrar aynı mütalaayı vermesi bir yargı tiyatrosunda olduğu hissi veriyor” şeklinde konuştu.
‘OHAL rejimini sürdürme tercihi’
OHAL kaldırılmasına rağmen, yöntemlerin aynen uygulandığını vurgulayan Ruhavioğlu, şöyle devam etti: “Bu gün sokakta yine basın açıklaması, yürüyüş yapılamıyor engelleniyor. Devlet insan haklarını ihlal eden olağanüstü tedbirlerini kullanmayı OHAL’de tecrübe etti ve bunun işini kolaylaştırdığını gördü. Kendi işini kolaylaştırma pahasına OHAL’i resmi olarak kaldırmış olsa bile OHAL rejimini sürdürmeyi tercih ediyor. İnsan Hakları Derneği, Cumartesi Anneleri, istedikleri yerde oturma eylemini yapamıyor. Seçilmiş milletvekillerinin bile bir basın açıklaması 300- 500 polisin ablukasında sesinin kimseye ulaşmayacağı şekilde gerçekleştiriliyor. Dokunulmazlığı olan seçilmişlerin bile bu sorunları yaşadığı bir ortamda yurttaşlar kendi ifade özgürlüğünü kullanmak ve eleştirisini yapmaktan geri duruyor. Bu hikaye üzerimizde OHAL atmosferinin hala dolaştığını kimse inkar edemez.”
‘İnsanlar kaçırılıyor’
Kaçırılıp aylarca kendilerinden haber alınmayan insanların daha sonra karakolların önünde ortaya çıktığını hatırlatan Ruhavioğlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Devlet bu ithamları kabul etmiyor. Ama bildiğimiz kadarıyla bu insanlar devlete bağlı yapılar tarafından alıkonuluyorlar. Bu doksanlardaki Torosları andırıyor. Araçların şekli ve rengi biraz değişmiş. Benzer bir farkla Toroslarla kaçırılanların genelde cesetlerinin bulunmasıydı. Ancak bunlarla ilgili başlayan duruşma gizli yapılıyor. Bütün süreciyle yüksek şüphe uyandıran ve insan haklarını çok derinden ihlal eden bir süreç işliyor.”
‘Burası özel bir statüyle yönetiliyor’
Yaşanan hak ihlallerinin en çok Kürt illerinde olmasını “Kürt kimliğinden” kaynaklandığını sözlerine ekleyen Ruhavioğlu, şunları söyledi: “Bölgenin Kürdistan olmasından kaynaklı bazı hakların ihlal edilmesi durumu var. Bu zeminin üzerinde çıkmış bir silahlı örgüt var ve bölge bir silahlı çatışmanın alanına dönüşmüş durumda. Bu da hem silahlı çatışmanın tarafı olan örgüt ve öbür tarafı olan devlet tarafından sürekli hakların ihlal edildiği bir durum ortaya çıkarıyor. Devlet silahlı şiddet olması meselesini mazeret yaparak başka sivil ve meşru hakları da ihlal ediyor. PKK gibi silahlı bir örgütün varlığını gerekçe göstererek HDP’den seçilmiş insanların üzerine de baskı kuruyor. Bizim gibi hiç alaka kuramayacağı sivil toplum örgütlerinin üzerine de benzer baskılar yapmaya çalışıyorlar. Özellikle 2015 krizinden bu yana sizin gri bölgede yaşayıp orada insan hakları çalışması yapmanız devletin işine gelmiyor. Benim söylediğim gibi söylemek, benim baktığım gibi bakmak, benim istediğim gibi davranmak durumundasın diyor. Bir problem var ve bu sadece asayişe kilitlenerek çözülmeye çalışılıyor. Çatışmayla, güvenlik politikalarıyla bu sorun çözülmez. Bütün bunların gerekçesi bizim böylesi bir bölgede yaşıyor ve böyle haklara sahip olmamızın engelleniyor olması, bu engellemeler üzerinden ortaya çıkmış silahlı gruplar olması, bu grupların varlığı gerekçe gösterilerek ona ve tüm haklara karşı bir mücadeleye girişilmesi böyle bir manzaraya neden oluyor. Afyon’da niye böyle olmuyor, çünkü Afyon’da böyle dertler yok. Burası özel bir statüyle yönetiliyor. Belediye başkanı seçiyorsunuz çok uyduruk gerekçelerle kayyumlar atanıyor. Sistemin kendisi de bir kriz içerisinde ve kendisini zor kullanarak terar diriltmeye çalışıyor. Bunlar ilelebet gitmeyecek. Çünkü seçilmiş bir belediye başkanının yerine bir devlet görevlisinin atanmış olması yasallığa dayandırılabilir ama meşruiyeti olmaz. İnsanların seçme ve seçilme hakkına darbedir. Bütün bu meseleler Kürt meselesiyle doğrudan ilgilidir.”
MA / Aydın Atay