İyi sürprizler hoşnut eder, kötü başlangıçlar keyif kaçırır. Kimse eğlendirmeye mecbur değil, kimseyi eğlendirmek zorunda değilizdir. Herkesin kendince ihtiyaçları vardır, bizim de öyle. Birini sevindirmek ve gönlünü almak isteyebiliriz, sevindirilmek ve gönlü alınmak istenen de olabiliriz. Mutluluğun doruğuna çıkmak için de mutsuzluğun dibine vurmak için de bazen hiçbir sebep bulunmayabilir, ama bazen her iki durum sayısız sebeple zincirlenmiş de olabilir birbirine. Her şeyi olduğu gibi anlamak çokça feraset ve bilim gerektirebilir ama bazen bir tesadüf ya da sadece şöyle üstünkörü bir bakış yeter de artabilir.
Anlama çabası her zaman gerçeğe ulaştırmaz, belli koşullarda can aldığı da bir gerçek. Hesap çıkışmayabilir, şaşmaz muhakeme kendi şanına leke düşürebilir, çünkü kimi kazançlar veya manevi kayıplar, kutsal muhasebe ilminin altından kalkamayacağı türden. İstisnai durumlar kaideye ehliyetsiz sayılsa ve genel yasanın ruhuna, onun ilerleme mantığına aykırı olsa da bazen susmak için harcadığınız çaba konuşmak için harcadığınız çabadan, anlamamak için harcadığınız çaba da anlamak için harcadığınız çabadan fazla olabilir. Hiçbir şeyi anlatamamak koşulların gereği, zamanımızın uyuşuk bilgeliği.
İtlaf alevleri, kan nehirleri… Sadece hapşırdığı, doğanın buyruğuna boyun eğdiği için kahrından ölen birinin hikâyesi kadar bile sarsmayan, ilginçliğini yitirmiş sığ bir çağın şu budala düzensizlikleri… Öyledir ama, sadece hapşırdığı için İvan Dimitriç Çerviakov’u öldürerek dünyanın en kısa ve hoş öykülerinden birini yaratmak ancak Çevhov’un elinden gelen bir şeydi. İşte öyle canlı duruyor ki İvan Dimitriç, kendisine can verenin canını almadığını, aslında kalbini çatlatanın “anlatamamak” olduğunu her an bağıracakmış gibi oracıkta öylece susup nasıl da bakıyor hala! Talihsizliğin yüceldiği şu anlar yok mu! Kaderinizi tümden değiştiren böyle hazin anlar gerçekten de vardır. O andan başlayarak hiçbir şey yolunda gitmez. Seçeneklerinizi gözden geçirmeniz, önlemleriniz, karşı koymalarınız fayda etmez, uğursuzluklar peşinizi bırakmaz. Hiç kimse her zaman tam da gerekli olduğu anda doğru kelimeleri bulamaz, ama talihin her zaman imkânsızı olanaklı kılan böyle bir gücü vardır. Gömülü kaldığınız mezardan nasıl çıkacağınızı bile söyleyebilir. Tatlı aldanışların, sevimli kızarmaların, hoş inceliklerin bile bir saati vardır. Yıkılış anını bildiren talihsizliklerin de öyle.
Bir görüşe göre, düşünürlerin dehalarının parlamalarında, iyi yapıtlar vermelerinde acımasız yönetimlerin, had ve hak bilmez zorbaların büyük katkısı olmuştur. Kalabalıklar suskuyla tembihlendikçe şairin şiiri fazlalıklarından, düşünürün fikirleri kabuklarından, yazarın kelimeleri de gevşekliklerinden kurtulur. Zulüm, dili yoğunlaştırmaya; baskı, sözü sıkılaştırmaya zorlar. Tehditkar hava kristalize ifadeyi, ehemmiyetsiz ortam da özlü anlatımı doğururmuş. Bu iddiaya göre yaşamdan eksilten şey fikirlerden artırır, sesten azaltan da duygulardan çoğaltır. Yokluklardan ve boşluklardan gizemli doluluklar fışkırır. Özcesi ne kadar baskı o kadar sanat, ne kadar şiddet o kadar bilim, ne kadar kan o kadar yapıt…
Ölü bebekler, kül olan ülkeler, mahvolan hayatlar, işgal ve talan, kan ve kırım… Üstünkörü bakıp geçilecek şeyler hepsi de. Olağanüstü zamanların olağan alışkanlıkları. Heyecan kabarmalarından, canlılıktan ve düşünsel dalgalanmalardan uzak. Alt tarafı hepsi de rutubetli bodrumlarda unutulmaya yazgılı dosyalar. Varlıkları soğuk çizgilerin, ruhsuz rakamların, anlamsız istatistiklerin, tekdüze anlatımların konusudur. Dendiğine göre eskiden öyle değilmiş. Anıların ve hikayelerin bir gücü varmış, öylece bırakıp gitmezmiş. Sonra edipler ve hatipler varmış o zamanlar, bildirildiğine göre onlar da karanlıktaki kıvılcımlarmış. Devasa sarsıntıların, büyük çağ yarılmalarının kör katmanları ile soğuk derinlikleri arasına giren ışık tutamları, dil yoğunlukları, düşünce artışlarıymış onlar da. Sonuçlardan önce nedenlere yükselir, bir bilim, bir duygu, bir düşünce, bir şiir meydana getirir ve kendi çağının yıkıntılarını dolaşır, pıhtılaşmış sessizlikleri yoklar, dilsiz kalıntıları konuştururmuş. O zamanlar şimdiki gibi bükmez ve yutturmaz, baskı yalnızca zihinlerini ateşler, dillerini bilermiş…