Devletler arasındaki karasal sınırlar çok eskiden, belli bir hattan değil ‘tarafsız bölge’ denilen boş alanlardan oluşuyordu. Sonradan incelip keskin hatlara dönüştü, yerlerine tel örgüler çekildi ve aşılması ölümcül sonuçlar doğuracak bu çizgilere ‘sınır/hudut’ adı verildi. Aynı şekilde ‘hava sahası’ adı altında gökyüzüne bile görünmez sınırlar çizildi.
Günümüzde ise tel örgüler yerini kale gibi duvarlara, irili ufaklı Çin sedlerine bırakıyor. Berlin Duvarı yıkıldığında dünya üzerinde 15 kadar sınır duvarı vardı, bugün sayıları 75’i bulmuş durumda; uc uca eklendiğinde dünyayı çevreleyip ikiye bölecek kadar. İleri güvenlik teknolojileri ile ülkelerin ve belli bölgelerin etrafı surlarla çevriliyor, aynen Ortaçağ kentlerindeki gibi. Bir farkla ki, bu yeniler barbar yağmacı orduları değil, ölümden, kıtlıktan, sefaletten kaçan sivilleri dışarıda tutmak için yapılıyor. Üstelik çoğu zaman içeridekiler, içeri girmeye çalışanların uzaktaki anavatanlarını tarumar eden, doğal kaynaklarını ve insan gücünü iliğine kadar sömüren, yetişmiş beyinlerini alıp geride kalanları işsizliğe mahkum edenlerden başkası değil.
Yani asıl yağmacıları güvende tutmak için inşa ediliyor bu duvarlar. Zengin ülkeleri, geçmişteki düşman saldırılarından daha fazla korkutuyor, zenginliklerinin çok az bir kısmını paylaşmaya, oradan minik kırıntılar koparmaya gelen siviller. Sermaye biriktirirken ve katlanarak büyürken sınır tanımayan uluslararası şirketler, kendilerini güvenceye almak için duvarlara ihtiyaç duyuyor.
Sınır dediğimiz şey, İbn-i Haldun’a atfedilen o meşhur “coğrafya kaderdir” tespitini de çürütüyor çoğu zaman. Hayır coğrafya kader değildir; kader diye bellediğimiz şey, sınırlarla çevrili toprak parçalarında gücü elinde tutanların kurduğu sömürü çarkıdır. Haiti ile Dominik Cumhuriyeti aynı ada üzerinde kurulu iki devlet iken, nasıl oluyor da ilki diğerinde on kat daha yoksul olabiliyor? Bir ada, üzerinde yaşayan iki halk için farklı birer zenginlik/yoksulluk düzeyi üretebiliyor?
Bir de elbette, ekonomik değil jeo-politik çıkarlara hizmet eden duvarlar var. İsrail, Batı Şeria’daki apartheid duvarını 2000 yılında inşa etmeye başladığında, bu girişim herkes tarafından akıldışı bulunmuş, BM başta olmak üzere çoğu ülke ve kurum tarafından sert tepkilerle karşılanmıştı. Şimdi hayatımızı kuşatan duvarlar adeta bir normalite. Trump’ın Meksika sınırına örmeyi planladığı duvar ihalesine apartheid duvarını inşa eden İsrail firmasının talip olması da boşuna değil. Duvar aynı duvar, harç aynı harç.
İki yıl önce Türkiye’nin güney sınırında Filistin’dekinden beter bir duvar yükselirken, neredeyse haber bile olamadı. Şimdi komşularımız ile aramızda TOKİ eliyle örülmüş, Çin Seddi ve ABD-Meksika’dakinin ardından dünyanın en uzun üçüncü duvarı yükseliyor. Kalan komşularla aramızda, ya kapalı gümrük kapıları ya da deniz var: Komşularla sıfır temas politikası!
Bir de ülkeler ve kentler dahilinde, zengin gettoları, lojmanları, üniversite kampüslerini, askeri bölgeleri çeviren, sadece kuşların ve kart sahiplerinin aşabildiği iç duvarlar var ki, onların çeşidi saymakla bitmez. Yağma çarkına içeriden tehdit oluşturanların kapatıldığı, kuşların bile giremediği hapishane duvarları ise apayrı bir bahis. Güvensizlikten kırılan rejim, bir duvarın yetmediği yerde dört duvar örüyor.
Ne ki, Ursula Le Guin’in dediği gibi, bütün duvarların iki yüzü var. “Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlı.” “Mülksüzler”in başında Anarres Limanı’nı çevreleyen duvarı anlatırken kuşattığı iki ayrı dünyadan bahseder: Bir tarafından bakınca limanı oluşturan çorak alanı çevrelerken, öteki tarafından bakıldığında liman dışında kalan bütün Anarres gezegenini kuşatıyordu aynı duvar. “Diğer dünyalardan ve insanlardan yalıtılmış, karantinaya alınmış, dev bir esir kampıydı” oradan görünen.
Yeryüzünü kamplar diyarına çeviren, ürettiği güvensizliğe karşı kendini duvarların ardına kapatan, yeni duvarlar ördükçe daha da güvensiz hisseden bir dünya düzeni, sonunda o duvarların altında bırakılmadıkça insanlığa gün yüzü yok.