Eski zaman hikayeleri doğru okunup doğru anlaşıldığında görürüz ki günümüzü, yaşadığımız anımızı anlatırlar. Çünkü onlar, yaşamın imbiğinden damıtılarak oluşturulurlar. Her bir hikaye, kendi kendine anlattığı doğruları içerirler. Eski toplumların, şimdiki zaman gibi ihtiyaç duyulduğunda açılıp bakılacak bir ansiklopedileri veya bir almanakları olmamıştır. Yaşam tecrübesini hikayeleştirip anlata anlata akılda tutulmasını sağlamışlardır.
İşte onlardan birini, bugünün emekçilerini anlattığı için güncelleyeceğiz.
Zamanın birinde çok yoğun bir yağmur yağıyor. Yağmur bir süre sonra sele dönüşüyor. Selin ardından köylüler “değirmen gitti” diyerek toplanıp dere yatağına doğru koşuyorlar. Tam dere yatağında bulunan değirmen yerine yaklaştıklarında bakıyorlar ki değirmenci “çak çakım gitti” diyerek dövünüp ağlıyor. Gelen köylülerden biri bir değirmen yerine bir de değirmenciye bakıyor. Sel değirmenin tümünü alıp götürmüş, değirmenci de illa “çak çakım” deyip feryadı figan ediyor. Köylü, gördükleri karşısında şaşıp kalıyor; “Değirmencinin esas ekmek teknesi gitmiş ona ağlamıyor da illa ‘çak çakım’ diyor” diyerek şaşkınlığını birlikte geldiği köylülerle paylaşıyor.
Ansiklopedik bir bilgi olmadığı için “çak çak”ı da anlatmak gerekiyor. Değirmenin işlevsel anlamda önemli bir parçası olmakla belki de en basit bir parçası olarak da tarif edilir. Çünkü değirmenin temel parçaları su rampası, tazyikli suyun çarptığı çark, çarkın üstünde de değirmen taşları. Bir su değirmeninin ana organları bunlar. Değirmenci bunların hepsini kaybetmiş ama “çak çaka” ağlıyor.
“Çak çak” dedikleri şey ise değirmenin öğüteceği tanelerin düzenli bir ritimle taşlara düşmesini sağlayan otuz-kırk santim uzunluğunda basit bir ağaç parçası. Bir ucu üstten öğütülecek tanelerin belli bir ritimle düşmesini sağlamak için oldukça gevşek bir bağcıkla tahıl rampasına bağlanır, diğer ucu da değirmen taşının temposuna uygun yürüyüş bandında yürür gibi sürtünür durur. Sürtünürken de kullanılan ağacın cinsi, kuruluğu ve sertliğine göre de garip sesler çıkarır. Bu nedenle de “çak çak” adını, kuru ağaçtan yapıldığından, bağlantısı da gevşek olduğundan çıkardığı sesten alır.
AKP-Erdoğan iktidarının son “asgari ücret” tanımlamasından sonra Türkiyeli emek hareketleri de hikayedeki değirmenci pozisyonuna düşmüş görünüyor. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı çıkıp da “bir merminin fiyatı kaç liradır bilmiyorlar” der ve alkışlanırsa “asgari ücret”in ne olacağı da belirlenmiş olur. Kırk yıldır bu ülkede savaş sürdürülüyor. Hemen her gün o fiyatı bilinmeyen mermilerle canlar alınıyor, ocaklar söndürülüyor, evler-barklar yok ediliyor. Milyonlarca insan yerinden-yurdundan ediliyor. Çıkıp da “ne adına bu ağır bedeli ödüyoruz” diyen yok.
Toplum, bir “çakıl taşı” edebiyatıyla bedel ödemeye razı ediliyor. Gerçekten “çakıl taşı” kimin ne işine yarıyor? Bir zamanlar bu ülkede Başbakanlık yapmış faşist Çiller, “bu ülkenin bir tek çakıl taşını bile vermeyiz” diyordu. Ama Çiller’in kendisi yok olup gitti. Ardında tüketilmiş ekonomi, yalnızlaştırılmış bir Türkiye; binlerce faili meçhul cinayet, yakılıp-yıkılmış köyler, evinden yurdundan edilmiş yoksul Kürt köylülerini bırakarak gitti.
Ardından gelen AKP-Erdoğan’ın iktidarlaşma süreci hiç de ondan geri kalır değildi. Erdoğan da “Soğanın, patlıcanın fiyatını soranlar bir merminin kaç lira olduğunu biliyorlar mı” dedi Afrin’i, Rojava’yı işgal etti. Hangi çakıl taşı için Türkiye emekçileri bu kadar ağır bedel ödedi belli değil. “Çakıl taşı”, “mermi fiyatı” derken işsizlik ve yoksulluk çığ gibi büyüdü. Erdoğan ve Erdoğan ailesinin sermayeleri katlanarak devasa boyutlara ulaştı, Türkiye uluslararası faktöring şirketlerinin gizli kasaları haline getirildi. Açlık sınırı 6400 lira olarak belirlenirken, Erdoğan iktidarı emekçilere 2370 lira bedel biçti. Erdoğan iktidarı, Ortadoğu’dan devşirdiği DAİŞ’li çeteleri Libya’ya göndermek için aylık 2000 dolar maaş öderken kendi halkını “bir merminin kaç lira olduğunu biliyorlar mı” diye suçladı. Afrin, Rojava derken şimdi de Libya çıktı. Erdoğan rejimi emekçilerin mezara girmeden birkaç yıl “yaşarım” umuduyla biriktirdiği kıdem tazminatlarına el koyarken, Libya’ya gönderdiği çetelere 35000 dolar tazminat ödemeyi taahhüt etti.
“Çakıl taşı” edebiyatı bitti. Yani “Çakıl taşı” derken esas olarak Kürt düşmanlığının örgütlendirilmesi olduğunu görmeliyiz. Kürt düşmanlığı tarih boyu hiçbir güç ve iktidara kazandırmamış, tam tersine tüm iktidarlar ve iktidar odaklı güçler kendi sonlarını Kürt düşmanlığında bulmuşlardır. Erdoğan’ın gözünde Türkiye emekçilerinin Ortadoğu’dan devşirilmiş çeteler kadar bile değerinin olmadığı da anlaşıldı. Bundan ötürü de artık “çak çak”a ağlamayı bırakıp dünyada gelişen kadın özgürlükçü ve ekolojik hareketlerle bütünleşerek demokrasi ve özgürlük mücadelemizi daha da boyutlandırmaya ve güçlendirmeye ihtiyacımız var. Bu ihtiyaç her zamankinden daha önemli bir konuma ulaşmış durumdadır.
Dolayısıyla halkların, emekçilerin, bilcümle ezilenlerin kurtuluş yolunun da Kürt özgürlük mücadelesiyle birleşmekten, birleşerek özgürleşmekten geçtiğini artık anlamalıyız.