Kimi İskandinav ülkeleri dışında tutulsa da genel olarak tüm dünyada gerek işçi sendikalarında gerekse de kamuda örgütlü sendikalarda küresel ve çağcıl bir sendikal kriz yaşandığı doğrudur.
Endüstriyel kapitalizm döneminin çalışma ilişkilerine göre biçimlenmiş sendikal yapılar, gerek örgütlenme gerekse de mücadele anlayışı itibariyle yeni süreci karşılayamamış ve sermayenin bu saldırı dalgasıyla baş edememiştir. Bu durum sendikal harekette duraklamaya, daralmaya ve giderek bir krize yol açmaktadır. Ağırlıkta fost fordist üretimin öne çıktığı dönemde yükselişe geçen ve şekillenen geleneksel sendikal anlayışı aşan yeni arayışların tartışılması gerekmektedir. Son 5- 10 yıldır bazı platformlarda, zeminlerde belli tartışmalar olsa da hala ete kemiğe bürünen ve örgütlenmeye yansıyan bir sonucun ortaya çıkmadığı da bir gerçektir. Dolayısıyla doğru teşhis kadar doğru yönelim içine girilememesi nedeniyle kriz her geçen gün biraz daha büyümektedir.
Emeğin özgürleşme mücadelesinin tarihsel çerçevesini doğru tanımlamak kuşkusuz doğrudan günümüzle ilişkilidir. Emeğin emekçilere yabancılaşması ve toplumun kendi yaşamını yeniden üretme gibi temel toplumsal bir fiilden devletçi-sınıflı uygarlığın gasp ettiği toplumsal fonksiyonlardan biri haline gelmesi kuşkusuz emeğin özgürlük mücadelesinin başlangıcıdır. Bu bir yandan devletçi sınıflı sistemin hiyerarşik yapısını biçimlendiren artı değere el koyma anlamına gelirken öte yandan toplumsal hakikatin parçalanması anlamına gelir. İnsanı toplumsallık çerçevesinde insan kılan temel özellik olarak emek, tekellerin denetimine girer ve buna karşı emekçilerin mücadelesi başlar. Bu sürecin toplumsal emeğin örgütleyicisi olan kadının köleleştirilmesi ile başlandığı hatırlanmalıdır. Günümüze kadar süren bu mücadelenin “özgürleşme” çerçevesinde ele alınması önemlidir. Klasik olarak sadece üretim araçlarının mülkiyeti açısından bu durumu ele almak hem emek mücadelesinin evrimini hem de günümüzde oynayacağı rolü daraltır. Emeğin yabancılaşması bütünsel olduğu gibi özgürleşme mücadelesi de bütünseldir.
Oysa geleneksel sendikal anlayış, toplumsal mücadele ile sendikal mücadeleyi bir türlü bütünleştirememekte, dar sendikal haklar ve ücret sendikacılığından kurtulamamaktadır.
Öte yandan klasik sol sendikacılık, örneğin finans kapitale bağlı bir kredi ile tutsak edilmiş bireye, muhatabına karşı ne yapması gerektiği konusunda reel bir düzlemde önerme yapamamaktadır. Bu yüzden geleneksel sendikal anlayış, küresel ölçekte saniyeler hızında hareket eden finans kapitalin, ulusal ekonomileri anlamsızlaştırmasına karşı net bir mücadele önermesi de yapamamaktadır. Geleneksel anlayışın, tüm bu çıkmazlar karşısında, klasik devrim ve klasik enternasyonal dayanışma dışında bir hedef koyamaması, aynı zamanda sığınmacı bir kolaycılığı da ifade etmektedir.
Bu açıdan sendikalar salt emekçilerin iş yaşamlarında yaşadıkları sömürüye karşı mücadeledeki araçları olarak ele alınamaz. Bu dar bakışın emekçileri sisteme yedeklediği biliniyor. Sistemin çizdiği çerçevede hareket etmek sendikaları bilinçli ya da bilinçsizce sistemin organları haline getirir. Bu durumda sendikalar emekçilerin kendi öz örgütleri olma niteliğini yitirir. Bu açıdan sendikaları emeğin ve toplumun özgürlük ve eşitlik mücadelesinin önemli bir bileşeni olarak yeniden inşa etmek gerekir.
Sendikalar emekçileri devletçi-sınıflı sistemden koparmak ve kendi sistemini kurmada bir zemin olarak ele alınır. Sendikalar, emekçilerin mücadelesinin tek ve esas alanı olarak değerlendirilemez. Aksine ancak toplumun mücadelesi ile bütünleştikçe sendikalar gerçek işlevini yerine getirebilir. Bu açıdan sendikalar ancak demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü eksende toplumsal mücadelenin parçası oldukça emeğin özgürleşmesinde rollerini oynayabilirler. Bu sendikaların sadece araç olarak görülmesi ya da önemsiz addedilmesi anlamına gelmez. Kaldı ki, sendikaların yüz yıllarca süren mücadele sonucu ortaya çıkan kazanımlarda rol oynadığı ya da zaten bu kazanımların ürünü olduğu gerçeği açıktır.
Bu noktada sendikalara iki çerçeveden bakmak gerekir. İlki toplumun özgürleşme ve demokrasi mücadelesine zemin olmalarını sağlamaktır. İkincisi emekçilerin kendi öz zihniyetini üreten örgütler haline getirmeye çalışmak ve bu ideolojik mücadelenin yürütüldüğü alanlar olarak ele almaktır. Yine emek örgütleri sendika zeminini aşacak bir şekilde kendini konfederal biçimde kapitalist modernitenin yarattığı ayrımları aşacak şekilde örgütledikçe, Emek Konfederalizmi’ni kurmayı başardıkça sınırları aşacak, tüm ezilenlerin gerçek mücadele örgütü haline gelecektir.