Rejimde gerçekleştirilmekte olan “restorasyon”, cumhuriyetin modern aygıtları tarafından kenara itelenmiş, bastırılmış hatta yasaklanmış söylemlerin geri dönüşünü ihtiva ediyor. Bir yandan eldeki yapıların (eğitim sistemi, akademik hayat, medya ve kültür endüstrileri) içeriği bu söylemleri merkezine alarak tadil edilirken, imam hatip okulları ve Diyanet gibi devlet teşkilatı içinde yer alan aygıtlara yeni fonksiyonlar yükleniyor. Öte yandan cami, tarikat ve cemaat gibi cumhuriyet geleneğinin kenara ittiği ya da karşısına aldığı geleneksel yapılar rehabilite edilerek toplumsal yaşamın merkezine taşınıyor. Bu dönüşüm içinde gerçekleşmekte olan ideolojik restorasyonun içeriği başlıca iki büyük anlatıdan oluşuyor: Osmanlı geçmişi ve İslam.
Konumuz “laiklik elden gidiyor” sızlanması değil; tam da bu tür cümleler içinde “laiklik” sembolü muhtevasını oluşturan zorlamaların yerini bunların tersi yönde zorlamalarla yer değiştirmekte olduğu gözlemi. Değişmeyen, bu “zorlama” fiilinin felsefi temelini oluşturan devletin “milli” ve militarist ideolojisi. Camiler, örneğin, ilahi boyutla yakınlaşma mekânları değil de bizzat Cumhurbaşkanının dilinde “kışla”, minareler ibadete çağrı yapıları olmak yerine “süngü”, müminler huzur arayan cemaat değil de “asker” olarak kurgulanıyor. Laik yerine dindar bir milliyetçilik vazedilirken milli kimliğe içkin agresif militarizm baki.
İdlib’le ilgili olarak sarf edilen “şehitler tepesi boş kalmayacak” ifadesi genel kabul görmek yerine kamuoyu tarafından sorgulanıyor. Daha önceki sınır ötesi müdahalelerde böyle bir meşrulaştırma sorunu olmamıştı çünkü esas olarak Kürt oluşumu ihtimalini engelleme amacı taşıyordu. Ülke kamuoyu, Kürt kimliğinin kendi varlığına bir tehdit teşkil ettiği noktasında hemfikir. İdlib’de ise ülke sınırlarını doğrudan tehdit etmeyen bir komşu ülkenin içinde o ülkenin ordusuna karşı yürütülen bir savaş hali ve bu çatışma içinde yaşanan can kayıpları söz konusu. Üstelik iki ordunun da hemen tamamını Müslüman askerler oluşturuyor. Eğer “şehit”, en genel hatlarıyla İslam uğruna ve/ya vatan uğruna canını feda eden kişiye deniyorsa, nasıl oluyor da İdlib’de bir “şehitler tepesi” oluşmuş oluyor?
İdlib’de sürmekte olan ateşkes öncesinde TSK ve onunla birlikte savaşan vekalet ordusu (ÖSO ya da MSO), asıl olarak Suriye ordusu ile savaştı. Bu müdahalenin hedefi, açıkça Suriye güçlerinin cihatçı gruplara karşı yürüttüğü operasyonu durdurmaktı. Dünya kamuoyu ve kısmen ülke kamuoyuna bu hareketin Türkiye’ye yeni bir mülteci akımını önlemek için zorunlu olduğu iddiası sunuluyor.
Bu vitrinin arkasında ise bambaşka bir restorasyon, hatta adeta bir İslamcı rönesans yaşanıyor: Cumhuriyet rejimi tarafından örselenip kenara itilmiş bazı şahsiyetler, TSK’nın sınır ötesi girişimlerini meşrulaştırma ihtiyacı üzerinden kapsamlı bir ideolojik operasyon fırsatı yakalamış bulunuyor. Argümanın birinci ayağı “milli” ve bu anlamda “vatan” tanımını yeniden düşünme daveti içeriyor. Temel dayanak, 1920 yılında son Osmanlı Meclisi Mebusanı tarafından 1920’de kabul edilen “Misakı Milli” kararı. Buna göre Osmanlı sonrası Türkiye toprakları, Irak’ta Musul ile birlikte Suriye’nin Halep vilayetini de içermektedir. Akit yazarı ve siyasal İslam gurusu Abdurrahman Dilipak’ın birçok kitabı gibi son zamanlarda yazdığı yazılar ve televizyon konuşmaları da Kemalist önderliğin 1920’li yıllarda Misakı Milli’den verdiği toprak tavizleri üzerine yoğunlaşıyor.
O halde Erdoğan yönetiminin Suriye’ye yönelik yayılma hamleleri, tarihsel bir başarısızlığı ve adaletsizliği düzelterek “gerçek” vatan topraklarına kavuşma yönünde atılan adımlardır. Dilipak, hızını alamıyor; İdlib’de durulmaması, işgalin Halep’i de içermesi üzerinde ısrarcı oluyor. Resmi olarak Suriye olsa da aslında bölge, “vatan” dahilindedir. Buradan çıkan otomatik sonuç, İdlib’de yaşanan can kayıplarının vatan toprakları üzerinde gerçekleştiği, dolayısıyla da ölenlerin “şehit” olduklarıdır.
Mevzubahis vatan olunca gerisi teferruattır ama kamuoyu araştırmaları, İdlib macerasına büyük bir çoğunluğun karşı olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın skandal Kremlin ziyaretinden çıkan çatışmasızlık halinden ise her şeye rağmen memnun görünüyor. Ama Dilipak gibileri için bu durum, kendi saçmalığının değil halkın henüz kendisini algılayacak seviyede olmadığının göstergesidir. Bu nedenle, ne milli kimliğe içkin agresif militarizm ile siyasal İslamcılığı örtüştüren sınır ötesi yayılma arzusunun ne de bu tür tarihsel referanslı ideolojik meşrulaştırma faaliyetlerinin durması pek mümkün görünmüyor.