Toplumsal bilinç büyük sarsıntılar karşısında değişime uğrar. Felsefe ve bilim dünyasında farklı düşünsel üretim biçimleri mümkündür. Her birinin de yaşam alanı vardır. Ancak hegemonik olması yani topluma mal edilmesi pek de kolay değildir. Ancak politik hareketler, doğal felaketler, teknolojik buluşlar, eğitim süreçleri vb gibi şartlarda hegemon hale gelebilirler.
Tarım toplumuna geçiş insanlık için büyük sıçramadır. Ve halen onu aşabilmiş derin bir değişim mevcut değildir. Bilebildiğimiz görebildiğimiz her değişim onun neslinin versiyonlarıdır. Tarımın tüm uygarlığa mal olmasıyla ilk kez insanlık doğaya karşı bir pozisyon kazanmış oluyor. İlk kez insanlık, insan olma kimliğini ve bilincini oluşturuyor. Kültür denen, sürekli gelişen ve değişen mekanizmayı üretimin neticesinde elde ediyor.
Tarım toplumuna geçiş kadar derin olmasa da endüstriyel gelişme de insanlık tarihinde büyük bir sıçramadır. Aklın ve analitik gücün makinada, düşünde, yazılımda hâkim hale gelmesinin tezahürüdür Endüstriyel toplum ve bilinci.
Ancak endüstriyel toplum kriz toplumudur aynı zamanda. 1840’lar, 1890’lar, 1920ler, 1970’ler çok ciddi ekonomik ve toplumsal krizlere neden oldu. Çözülemeyen sorunlar, bölgesel ve global çatışmalara yol açtı. I. ve II. Dünya savaşları, ABD’nin Vietnam, Sovyetlerin Afganistan’da girdikleri uzun savaşlar devletlerin yıkılmasına veya sistemlerin değişmesine sebep oldu.
Hastalıklar ve komplo teorileri
Veba, kolera, tifüs, verem, sıtma, hepatit, ishal hastalıkları, frengi, kanser, kızamık, virüslerden kaynaklı aids (hiv), kuş gribi, domuz gribi, sars, ebola gibi birçok hastalık da türedi. Bazıları yüzbinlerin bazıları milyonların ölümüne neden oldu. Tüm zararlarına rağmen insanlık bir çözüm buldu.
Özellikle aniden ortaya çıkan hastalıklar üzerinden komplo teorileri de yaygın bir biçimde üretiliyor. Bunu tetikleyen gerekçeler de mevcut. Çünkü politik ve ekonomik rekabet öyle bir seviyeye varmış ki, insanlık sorunlarını uzlaşı içinde çözemiyor, kaynakları bölüşemiyor. Artık iki ordu gücünün bir meydana çıkıp yiğitçe savaştığı bir dönem de kalmadı ve savaşlar kontrolden çıkıp, bir adım ileri götürülse tüm insanlığı yok edecek nitelikte. Öyleyse çatışmanın başka yolu olarak hastalık üretme ve yayma hemen akla geliyor.
Nüfus artışı, ulus devletler, milliyetçilikler, dinsel radikalleşme, ekonomik kaynak yetersizliği, aşırı makinalaşma, kentsel yığılma vb sorunlar artık insanları değil doğayı da isyana götürüyor. İnsanlar birbirleriyle uğraşıp oluşan sorunları politik manevralar ve komplolara bağlarken doğanın sesini duymakta aciz kalıyor.
En büyük felaket doğanın isyanını görememektir
Oysa doğanın belli bir kapasitesi var ve bu aşıldığında reaksiyon göstermektedir. 7 milyarı aşan insan ve beslenmesi için artık endüstriyel üretim aracına dönüştürülen milyarlarca sığır, koyun ve tavuk ve de bunların yem ihtiyacı için yok edilen ormanlar ve kimyasallarla beslenen tarımsal üretim hâkim. Bunun benzeri onlarca örnekle doğanın taşıma kapasitesini tehdit eden fiziksel değişimi açıklamak mümkün. Böyle bir durumda iklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi, buzulların erimesi, denizlerde su seviyesinin artması, tsunamiler, çölleşme, tatlı su kaynaklarının tükenmesi, kasırgalar, hayvan türlerinin yok olması, ekosistemlerin ve popülasyonların değişmesi gibi bir dizi gelişmeyi sıralarsak görürüz ki gelen ses doğanın sesidir, komploların değil.
Komploların gerçek olduğunu varsaysak dahi, yani mesela coronavirüsünün laboratuvar üretimi olduğunu kabul etsek dahi, bu virüsü üretmeye iten gerekçeleri göz ardı etmemeliyiz. Yani doğanın taşıma kapasitesi aşılmış durumda ve insanlık kontrollü hareket etmek zorunda. Bu işte bir devlet veya ırk başka bir devlet veya ırkı yok etse, örneğin Çin, Hindistan, İslam dünyası, Afrika’da insanlar bir anda ölse dünya nüfusu 7 milyardan 3 milyara düşse insanlık rahat mı edecek? Oysa belleği bilinci büyük bir darbe alır. Uygarlık olarak ayakta durması, kendini yeniden üretebilmesi ne kadar mümkün olabilir ki? Daha Nuh tufanı kompleksini aşamamış, kendini bundan koparamamış uygarlığını daha sağlam bir zemine taşıyamamış insanlığın böylesi felaketleri kaldıracak bünyesi ne kadar güçlüdür? Şu anda görüldüğü üzere bırakın milyarları birkaç bin insanın ölümü bile bütün politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel dengeleri altüst edebiliyor. Muazzam teknolojik gelişmeler, kurum, organizasyon, devlet, toplum sistemlerine rağmen insanlığın ne kadar çaresiz olduğu ortaya çıkıyor.
Çünkü insanlık olarak biz kendi içimize gömülmüş durumdayız. Birbirimize, doğaya, hayvanlara, bitkilere, evrene yabancılaşmışız. Parçası olduğumuz herşeyi nesneleştiriyor, kullanımımız için arsızca yok etmekteyiz. Bize uymayan nesne, olgu olayları da göremeyecek körelmiş durumdayız.
Mental problemler ve çözümsüzlüğün derinleşmesi
Şu an coronavirüse yönelik tedbirlerden görüyoruz. Mesela Avrupa Birliği paramparça oldu. Erdoğan’ın gönderdiği mültecilere karşı birlikte hareket eden AB ülkeleri virüs karşısında ulus devlet refleksiyle hareket edip içine gömüldü. Birlik olarak tedbir yerine devlet bazında tedbirlere geçti.
Oysa sorunun çözümü, tıbbi çalışmalar bağlamında bütün ülkelerin sınırsız bilgi alışverişi ile mümkündür. Yayılmayı önlemek için konuyu insanlığın ortak sorunu olarak ele almak ve bu bağlamda örgütlenmekle, ortak korunma tedbirleri geliştirmekle mümkün.
Bu sürecin kahramanları, emekçileri, özneleri doktorlar ve sağlık personelidir. Yine laboratuvarlarda çalışan bilim insanlarıdır. Bir savaşta insan öldürerek kahraman olmuş askerlere övgülerden daha fazlasını hak ediyorlar. Çünkü onlar askerin aksine can kurtarıyorlar.
Hastalıklar, doğal felaketler, insanlar arasındaki sorunlar ulusalcı yaklaşımla çözülme şansına sahip değildir. Aksine global ölçekte ortaklaşılmalı, insanlığın ortak değerleri güçlendirilmelidir. Filozoflar, sosyologlar, ekonomistler, biyologlar velhasıl bilumum düşün ve bilimsel organizasyonlar ortaklaşmalı. Ve her şeyden önce dünyalı kavramı insanlığın bilincinden yer edinmeli.