Virüs salgını diğer gündem maddelerini gölgede bırakıyor; görünmez kılıyor. Ama duyuyoruz ki İdlib ve Libya’daki çatışmalar ve TSK’nın kayıpları bitmiş değil. Bunları ancak ‘duyuyoruz’ çünkü habercilik engelleniyor; Yeni Yaşam’ın yazı işleri müdürü Aydın Keser ve genel yayın yönetmeni Ferhat Çelik de bu baskılar çerçevesinde tutuklandı. Belli ki bu sınır ötesi ve denizaşırı çatışma angajmanlarını meşrulaştırmakta zorluk yaşayan siyasal iktidar, virüs salgınının boyutları gibi bu kayıpları da kamuoyundan gizleme derdinde.
Meşrulaştırma yolundaki çabalar ise büyük anlatılar üzerinden sürdürülüyor. İdlib yayılmasında öncelikle başvurulan Misak-ı Milli iddiası üzerinde geçen hafta duruldu. Ama çatışmalı alanlar bu belgenin gösterdiği sınırları aştığında, iddia değişmek ve genişlemek durumunda. Osmanlı toprakları üzerinde hak iddiası ve Müslümanların hamiliği anlamında Hilafet’in restorasyonu argümanları bu ihtiyaç üzerine hemen devreye giriyor.
Bu bağlamda Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika üzerinde neo-Osmanlıcı yayılma perspektifi, hegemonyasını koruyor. Bu bölgelerde ve ötesinde Türkî cumhuriyetlere ve Güney Asya’ya kadar uzanan bir nüfuz alanının inşası için uzun bir süredir çaba harcandığı biliniyor. Avrupa ülkeleri, Rusya ve ABD’deki Türkiyeli ve Müslüman topluluklar da bu çabaların hedef kitlesi içinde. Bu yayılmanın hedefleri, kültürel ve düşünsel önderlik anlamında “yumuşak güç” tanımı ile sınırlı. Gülen cemaatinin 1990’lardan itibaren yaygınlaşan eğitim kurumları, uzun bir süre Türk-İslam misyonerlik faaliyetleri icra ettiler. Yakın zamanda bu okulların çoğuna Türkiye devleti tarafından el konulmuş olması, misyonerliğin resmileşmesi anlamına geliyor. Yine yumuşak güç kapsamında Asya, Afrika ve Balkan ülkelerinde cami inşası, sınır-ötesi din adamı istihdamı, Müslüman ülkelere doğal afet durumlarında AFAD ve Kızılay yardımı gibi faaliyet ve yatırımlar dikkat çekiyor. Televizyon dizilerinin özellikle Ortadoğu ve Balkan ülkelerinde kazandığı popülerlik, yumuşak güç iddialarını güçlendirdi. Haritayı açtığımızda, Türkiye menşeli inşaat firmalarının bu coğrafya boyunca faal oldukları, yine Türkiye’den bazı tekstil markalarının tanındığı göze çarpıyor. Bütün bunlar, Joseph Nye’nin tanımladığı “yumuşak güç” kavramı ile uyumlu nitelikler.
Bu kültürel, dini, ticari ve düşünsel nüfuz genişlemesi, doğrusal bir ilerleme çizgisi yerine çoğu zaman diğer bölgesel ya da küresel güçlerle rekabet içinde kesintili bir grafik gösterdi. 2010’lu yıllara gelindiğinde, Arap baharı sonrası ortaya çıkan durum bölgesel güçler arasında bir bloklaşmayı da görünür kılmakta. Türkiye-Katar-İhvan bu bloklardan biri. Ama bölgesel rekabet ve çatışma, daha çok ABD’nin tam desteğine sahip Suudi-Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)-Mısır bloğu ile Rusya destekli İran öncülüğündeki blok arasında cereyan ediyor. Öte yandan Libya iç savaşında, Türkiye ile Suudi blokları vekalet savaşının karşıt cephelerinde mevzilenmiş bulunuyor. Dahası, Türkiye açısından hem Suriye hem de Libya’daki gidişat, vekalet savaşı olmaktan çıkarak “sert güç” müdahalesine yani fiili savaş haline doğru ilerleme riski içeriyor. Bu adım tehlikeli ve İran da dahil olmak üzere hiçbir bölgesel güç, bu tür doğrudan askeri angajmanlara girmemeye özen gösteriyor. Çünkü “sert güç”, kültürel, sportif ya da dini faaliyetlerle değil doğrudan Gayrı Safi Milli Hasıla, asker ve silah sayısı, silah modernizasyonu gibi somut ekonomik ve askeri verilerle sayısal olarak ölçülür. Asker cenazelerinden ‘şehitler tepesi’ oluşturup iç siyasette prestij kazanma beklentisi ise ifade özgürlüğünün olduğu bir toplumda ancak cahil cesareti olarak nitelenirdi.
Kifayetsiz sert gücü ile süper güçlere meydan okuma fiyaskosu neticesinde yaşanan hezimet, ideolojik yamanın önemini de katlayarak artırıyor. Arkasına açacak bir arkaik Osmanlı haritası bulan İslamcı kanaat önderi, soluğu televizyon kanalında alıyor. Elindeki değnekle Libya’nın üzerine vurarak “Mehmetçiğin şehadeti” ile Osmanlı’nın yeniden doğuşunu, Hilafet’in yeniden kurulacağını müjdeliyor. “NATO’nun ikinci büyük ordusunun” önündeki nihai hedefin Kudüs olduğu vahyini gözyaşları içinde ilan ediyor. Nihayetinde Erdoğan’ın bu organik entelektüellerinin hem Osmanlı tebaası ve hem de İslam ümmeti olarak çifte kurtuluş vaadiyle milli ve ilahi bir coşku yaratması bekleniyor olmalı. Olur mu? Bu devlet idaresi altında korona felaketinden sağ çıkalım da gerisini o zaman düşünürüz.