Şu anda elinizde tuttuğunuz gazetenin ne denli büyük bedeller ödemeyi göze alabilen gazetecilerce yapıldığını ve benzer bedelleri ödemeye hazır dağıtımcılar tarafından sizlere ulaştırıldığının farkında mısınız? Dağıtımcılarımız özgür basın geleneğimizde sürdürdüğümüz gazetecilik faaliyetimizin ayrılmaz bir parçasıdır
Hazar Aksoy
Dünyada olup bitenleri derleyip, okurlarına ileten günlük gazetelerin ömrü sadece bir gündür. Çünkü her gün yeni bir sayı çıkarılır-yayınlanır. Her gün aynı işler, dün hiç yapılmamışçasına tekrar yeniden yapılacaktır. Söz konusu 24 saatlik mesainin üç ayağı vardır: Haber toplayıcıları yani gazeteciler-muhabirler, gazeteyi yapanlar yani editörler ve gazeteyi okurlara ulaştıran dağıtımcılar…
Bugün günlerden 14 Haziran. Yani Dağıtımcı Haşim Yaşa’nın ölüm yıl dönümü. Diyarbakır Ofis-Dörtyol’daki gazete bayisi olan Haşim Yaşa, 14 Haziran 1993 günü saat 07:30 sıralarında saldırıya uğradı ve hastaneye götürülürken yolda öldü. Saldırı esnasında yanında bulunan 7 yaşındaki oğlu gözaltına alındı. Haşim Yaşa’nın yeğeni Eşref Yaşa da 15 Ocak 1993 günü iki kişinin silahlı saldırısına uğramış ve ağır yaralanmıştı. Haşim Yaşa’nın yedi evladı vardı.
Amca Haşim Yaşa’nın ölümü ardından Bulvar Büfe’yi işletmeye başlayan Eşref Yaşa’nın iki kardeşi Yalçın Yaşa ve Yahya Yaşa, 10 Kasım 1993 günü Dört Ayaklı Minare yakınlarında silahlı saldırıya uğradı. Yalçın Yaşa olay yerinde ölürken, 15 yaşındaki ağabeyi Yahya kafasına kurşun isabet ettiği halde ağır yaralı olarak kurtuldu.
Yakut ailesinin trajedisi
Dağıtım konusunda tarihe şerh düşülmesi gereken bir başka aileyi daha sizlere hatırlatmak isterim: Yakut ailesi, 1990 yılına kadar Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Kulboğa (Derîk) mezrasında yaşıyordu. Mezranın devlet güçlerince yakılması üzerine aile, Diyarbakır’a göç etti. Yakut ailesinden şimdiye kadar 10 kişi yönünü dağlara çevirmek zorunda kaldı. Bunlardan Nihat, Hikmet, Resul, Enver, Yahya, Siyabend, İhsan ve İshak, dağlarda şehit düştü. Beyaz Yakut ise yakalanıp hapse atıldı. Öldürülenlerden sadece Hikmet ve İhsan’ın mezarı biliniyor.
Dağlarda şehit düşen Yakut ailesinden dört kişi daha önce dağıtımcılık yapmış olan arkadaşlarımızdandı. Enver Yakut, 1997’de Kulp’ta şehit düşmüş ve şu an onun da mezarı Şehid Amed Mezarlığı’nda yer alıyor. Nihat Yakut, 11 Kasım 1998 günü Andok Dağı’nda öldürüldü. Lice’deki Sisê köyüne yakın Şehîd Amed Mezarlığı’na getirilip defnedilmiş. Hikmet Yakut 2003 yılında yaşamını yitirdi ve mezarı var. Daha sonra şehit düşen İhsan Yakut’un da mezarı var. Yakut ailesinden dağlarda yaşamını yitirenlerden Yahya Yakut da daha önce dağıtımcılık yapmıştı.
Yakut ailesinden gerillaya katılan onuncu kişi ise Vilayet Yakut’tu. Liseye kadar okudu; ardından 2000 yılında gittiği Almanya’da iltica başvurusu kabul edilmeyen Vilayet, Kandil’deki kamplara 2003 yılında gitti. Öcalan’ın çağrısıyla Habur’dan gelen Barış Grubu’nda o da vardı. Ancak Barış Grubu’na yönelik tutuklamalar başlayınca, Maxmur’a geri dönenler arasında Vilayet Yakut da bulunuyordu.
Orhan Karaağar: Diyarbakır Zindanı dönüm noktası
Haşim Yaşa’nın ölüm yıl dönümü vesilesiyle bugün şehit düşen üç dağıtımcımızın yaşam öykülerini ayrıntılı olarak sizlere aktarmak istiyorum. Tüm dağıtımcılarımızın yaşam öykülerini, şehit düşen gazeteci arkadaşlarımızla birlikte bir kitap haline getirme çabamız ise sürmektedir.
Orhan Karaağar, 1963’te Van’da doğdu. Orhan’ın babası, 1993’te kayboldu; annesi ise 7 çocuğunu büyütmek için çok çabaladı. Orhan,12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi döneminde iki buçuk yıl kadar Diyarbakır Cezaevi’nde yattı. Tahliye olduktan ve askerliğini yaptıktan sonra döndüğü memleketi Van’da İnsan Hakları Derneği’nin kuruluşunda görev aldı. 1991 yılında ise Özgür Gündem’de dağıtımcı olarak çalışmaya başladı.
Pek çok defa tehdit edildi, gözaltına alındı. Öldürülmeden iki hafta önce iki kez gözaltına alınıp tehdit edilmiş, ancak ailesinin bundan haberi olmamıştı. Olaydan bir hafta önce de üç kişi takip etmiş, evinin kapısına kadar gelmişlerdi. Polisler de sürekli “Bu işi bırak” diyordu. Dahası, kendisinden gazete abonelerin listesini istiyorlardı. O da, “Böyle bir liste yok, ben rastgele dağıtıyorum” diyerek polisleri sürekli atlatıyordu.
Dağıtımın yanı sıra duyduğu haberleri, yazmaları için muhabir arkadaşlarına ileten Orhan, 19 Ocak 1993 günü eve gelmeyince aile gazeteyi aradı, ancak kimseye ulaşamadılar. Annesinin çok endişelenmesi üzerine Orhan’ı aramaya çıktılar. Daha sonra kardeşlerden Eşref’i evden götüren polisler, bir süre sonra geri getirdiler. Meğerse Orhan’ı teşhis etmesi için götürüp, geri getirmişler.
Yaralı sandıkları için aile, hemen hastaneye koştu. Polis hastaneyi ablukaya almıştı. Van Emniyet Müdürlüğü cenazeyi hemen almalarını istedi, ancak aile kabul etmedi. Ertesi gün Van Valisi Mahmut Yılbaş’ın engellemelerine rağmen, Orhan’ın cenazesi için Diyarbakır, Tatvan ve Iğdır’dan üç bine yakın insan geldi. Polisler Haçok Mahallesi Mezarlığı’nı da ablukaya almışlardı.
Tanıkların anlatımına göre İki Nisan Caddesi’nde, gazeteden eve dönerken, Orhan, altı kişinin saldırısına uğramış. Saldırganların şişlerle yaraladıktan sonra bıraktıkları bir inşaatta, Orhan kan kaybından ölmüş. Öldürüldüğünde Orhan, sadece 30 yaşındaydı.
Katledilmesinin ardından Özgür Gündem gazetesinin avukatları, Van Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Emniyet görevlileri ve savcı, katillerin bulunacağı yönünde sözler verdi; ancak hepsi boş çıktı. Cinayetin arkasında Hizbul-Kontra’nın olduğu sanılıyordu, ama hiçbir şey yapılmadı.
Katliamla ilgili olarak itirafçılar Murat İpek ve Murat Demir’in adı geçti. Nitekim İpek ve Demir çeşitli medya organlarında olayı anlattı. O akşam ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım’ın kendilerine talimat verdiğini; ancak başka işleri çıktığını, Kadir Karataş ve arkadaşlarının cinayeti işlediğini iddia ettiler. Bu isimlerle ilgili herhangi bir soruşturma veya dava ise açılmadı.
Metin Alataş: Tehditler geri adım attırmadı
Mardin’in Derik ilçesinde yaşamakta olan Metin Alataş’ın ailesi 1990’lı yıllarda baskılar nedeniyle Adana’nın Seyhan ilçesindeki Gülbahçesi Mahallesi’ne yerleşmişti. Azadiya Welat gazetesinin Adana bürosunda çalışmakta olan Metin Alataş, 3 Nisan 2010’da dağıtım yaptığı mahalleden ayrıldıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamadı. Alataş’ın boğularak öldürülmüş bedeni, ertesi gün Seyhan ilçesine bağlı Hadırlı Mahallesi’ndeki bir portakal bahçesinde ağaca asılı halde bulunduğunda 34 yaşındaydı. Alataş’ın cenazesi 5 Nisan 2010’da Seyhan’ın Karasu Mahallesi’ndeki Küçük Oba Mezarlığı’nda defnedildi.
Alataş, katledilmeden önce sürekli olarak kimliği belirsiz kişi veya kişiler tarafından ölüm tehditleri almaktaydı. Bu ölüm tehditlerinden en somutu ise 22 Aralık 2009’da yaşandı. Alataş, gazete dağıtımı yaptığı esnada 01 SD 443 plakalı, 1993 konseptinin meşhur kaybetme aracı beyaz Renault Toros markalı araçtan inen kimliği belirsiz kişilerce araca zorla bindirilerek darp edilmiş ve ölümle tehdit edilmişti. Alataş, bu tehdide ilişkin olarak ‘can güvenli olmadığı’ gerekçesiyle Adana Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu ve bundan yaklaşık 3 ay sonra katledildi.
Alataş’ın alıkonulması ve ölümle tehdit edilmesine ilişkin şikâyeti sonrasında araç plakası için dahi araştırma yapılmadı. Olaydan iki gün önce bisikleti çalınmıştı ve özellikle son günlerde çalışma arkadaşlarına ‘Beni sürekli izliyorlar ve tehdit ediyorlar, her an başıma bir şey gelebilir’ diyordu. Ölü bulunduğunda savcılık ilginç bir şekilde önce ailesini değil, gazetenin basıldığı Adana’daki matbaayı aramıştı. Üzerinde sürekli kimlik taşıdığı bilindiği halde, ölü bulunduğunda üzerinde herhangi bir kimlik çıkmadı.
Resmi makamlarca ısrarla ‘intihar etti’ denmesine rağmen, somut olarak intiharı bırakalım, ruhsal durumunun kötü olmasını gerektirecek herhangi bir sorunu yoktu. Aile bireylerinin ve tüm arkadaşlarının ifadelerine göre her şeye rağmen son derece neşeli, hayata bağlı bir insandı. Ölümüne ilişkin soruşturma da tıpkı ölmeden önce ‘şikâyetçi’ konumunda olduğu diğer dosya gibi etkin bir şekilde yürütülmedi. Sadece bir rapora dayanarak kapatıldı.
Oğlunun gazetede çalıştığı için sürekli tehdit edilip, saldırıya maruz kaldığını belirten anne Hatun Alataş, öldürülmeden önce zorla alıkonulan oğluna işkence yapıldığını ifade etti. Anne Alataş, başına bir şey gelebileceğine dair duyduğu kaygılar nedeniyle işine ara vermesini istediği oğlunun kendisine, “Anne sen ne diyorsun. Ara vermiyorum. Ne öldürülmekten ne de tutuklanmaktan korkmuyorum. Çalışmaya devam edeceğim” yanıtı verdiğini söyledi.
Kadri Bağdu: Mavi bisikletli gazeteci
Kadri Bağdu 1968 yılında Siirt’in Pervari ilçesine bağlı Erkend köyünde doğdu. Tansu Çiller, Mehmet Ağar ve Doğan Güreş döneminde köylülerin korucu olması istendi. Erkend köyünün tek bir ferdi korucu olmayı kabul etmedi. Her aileden bir kişiyi gözaltına aldılar ve günlerce işkence ettiler yine korucu olmayı kabul ettiremediler. “Köyünüzü yakarız” dediler. “Köyümüzü yaksanız da korucu olmayız” dediler.
Bir sabah asker ve özel harekat polisleri köylerine operasyon düzenledi. Bütün köylüleri evlerinden çıkardılar ve Erkend köyünü yaktılar. Hepsinin gözlerinin önünde köyü yaktılar. Kadri henüz gençti. Kadri köyde çobanlık yapıyordu. Koyunlarını gezdirdiği otlakları geride bırakarak göç yollarına düştü Kadri. Hepsi akrabaydı. Günlerce nereye gideriz diye düşündüler. Sonra Çukurova’ya ekmeklerini topraktan kazanacakları diyara yol aldılar. Kadri önce Mersin’e yerleşti. Ancak orada da baskılar sürdü.
Ardından Adana Şakirpaşa Mahallesi’ne taşındılar. Kadri Bağdu geldiği ilk yıllarda hamallık yaparak ailesinin ekonomik geçimini sağladı. Bu arada, mücadele ile bağını hep korudu ve mücadele etmeyi sürdürdü. 1998 yılına kadar üç kere örgüt üyesi olduğu iddiasıyla gözaltına alındı. Her seferinde işkence gördü ve 3-4 ay hapiste yatmak zorunda kaldı.
1998’de gazete dağıtımcılığına başladı. Gazete dağıttığı için defalarca polisin tehditlerine maruz kaldı, gözaltına alındı. Eşi Şemsa ve çocukları da gözaltına alındı, hapse atıldı. Kadri, Adana Seyhan ilçesi Şakirpaşa Mahallesi’nin hafızasıydı. Herkesi biliyor ve tanıyordu. Oraya kim gitse mutlaka Kadri ile tanışmıştır. Başka türlü orada çalışmak ve yer edinmek mümkün değildi.
İşte bu özellikleri nedeniyle hedef alındı. 14 Ekim 2014 günü erkenden kalktı yatağından. Eşi ve çocuklarıyla vedalaşmadan çıktı evden. Ne de olsa her sabah yaptığı işti bu. Mavi bisikletine atladı, Özgür Gündem ve Azadiya Welat gazetelerini attı arkasına. Gazete bırakmak için abonelerini gezdi, belki de ilk abonesine daha gidememişti veya gidiyordu. Saat 09:30 civarıydı.
17 yıl çalıştığı, 24 yıl yaşadığı sokaklarda kendisini güvende hissediyordu. Ne de olsa her sabah gazete dağıtırken pedal çevirdiği sokaklardaydı. Motosikletli ve maskeli iki kişi arkasından yaklaştı, 5 kurşun isabet etti bedenine. Her sabah abonelerine ulaştırdığı gazeteleri o gün onunla birlikte ulaşamadılar, bir sokak ortasında mavi bisikletiyle birlikte öyle dağınık duruyorlar…
Kadri katledildiğinde 46 yaşındaydı. Ondan geriye etrafa dağılmış gazeteleri ve mavi bisikleti kaldı. 15 Ekim’de mavi bisikletli gazeteci; eşi, çocukları ve dostları tarafından Adana’da toprağa verildi. Katil ya da katillerin bulunup, yargılanması için yapılan tüm başvurular sonuçsuz kalırken, Kadri Bağdu’nun öldürülmesini anlatan bir IŞİD üyesinin görüntü ve yazışmalarına ulaşıldı.
Nitekim 2016’ya ait görüntüler ve yazışmalarda Servet Koç isimli IŞİD’li, Adana’da işlenen Kadri Bağdu, Yusuf Gülderen ve Ahmet Albay cinayetlerinin nasıl gerçekleştiğini anlatıyor. Söz konusu görüntülerde Koç, Bağdu cinayetinde kullanılan motosikletin “Birinci emirimiz” dediği Murat Bulanık’a ait olduğunu, silahı da “Ağrılı Cumali” isimli birinin getirdiğini aktarıyor.
Adana’da IŞİD’in “infaz timi”nde yer aldığını söyleyen Servet Koç, bu yazışmalarda, bütün suçun kendine atıldığını gördüğü için olan biteni anlattığını öne sürüyor. Koç, işledikleri cinayetlerden sonra Suriye’ye nasıl geçtiklerini ve orada gördükleri eğitimi de tek tek aktarıyor. Koç, “Bu olayı yapan en büyük sorumlu bir Murat Bulanık, iki Barış Tekçe, ondan sonra ben, Taner, Coşkun Yalçın” itirafında bulunuyor.