Her örgütlü çabanın amacı, kendini inşa etmektir. Farkında olunsun ya da olunmasın, insan toplumsallığının böylesi doğal örgütlü bir yaşam diyalektiği vardır. İlk klan yaşamından etnik kimliklere, ulus ve devlet yapılanmalarına, dini inançlardan mezhep yapılanmalarına, sınıf ve katmanlara kadar her birinin kendine has inşa edilmişlikleri vardır. Kavram olarak “örgüt”, insan toplumsallığının en etkin unsuru olarak insanlık tarihi kadar uzun bir zaman içinde kendi yapısallığını oluşturmuştur.
Kavramın yapısallığı içinde “örgütlü”, “örgütsüz” ayrıştırmaları yapılmış, örgütlü toplumlar için “direngen, örgütsüz toplumlar için de “kendi olmaktan çıkmış” tanımlamaları yapılmıştır. Tanımın bu özelliğinden ötürü de “örgütlü toplum her şey, örgütsüz toplum hiçbir şey” tanımlamasına ulaşılmıştır. İşte uygarlık toplumunun içine sızan iktidar kavramı da sızma yaptığı noktadan itibaren kendisini inşa etmiştir. İktidar kavramı öyle bir inşa gerçekleştirmiştir ki, şimdi “tanımlanması ve çözümlenmesi en güç kavramlardan biri haline gelmiştir.”
Maalesef bazı örgütlü ve direngen toplumlar varlıklarını iktidar gücü olmalarına bağlamışlardır. Gariptir ki, örgütsüz ve kendi olmaktan çıkan toplumlar da kendilerini aynı iktidarın sahipleri olarak görmüşlerdir. İktidar, kendi yapısallığına içerdiği “tılsımla” bu iki zıt algıyı inşa etmeyi başarmıştır. Tanımlanmasında ve çözümlenmesinde bu iki zıt özellik hep belirleyici olagelmiştir.
Türkiye toplumsallığında bu daha da anlaşılmaz bir hale gelmiştir. Güç olmak isteyen her birey ve çevre ile açlıktan nefesi kokan da kendisini iktidarın gerçek sahibi olarak görebiliyor. Yani Tayyip Erdoğan ailesi de akşama bir lokma ekmek bulamayacak olan da kendilerini iktidarın sahibi olarak görebiliyor. İki zıt yaşam biçimini de iktidar kendisinde buluşturabiliyor. Dolayısıyla bu da iktidarın anlaşılmasını da tanımlanmasını da zorlaştırıyor.
Oysa tarih bize, “iktidar tanımamış toplumlar, özgürlükçü toplumlardır” diyor. Tarihin iktidar hakkındaki yorumu ve hükmü “iktidar özgürlük düşmanıdır” oluyor. Dolayısıyla iktidar, egemen sınıfların kendilerini birer sömürgen olarak inşa etme süreçleriyle birlikte başlıyor. Yani iktidar “topumun tüm yapısal ve ahlaksal odaklarında adeta genetik bir karakter kazanan birikmiş sömürü ve güç olanağı olup, bu iktidar mekanizmasını ele geçiren toplumsal güçler somut tarihsel devletle sömürü elitleri ve sınıflarını oluşturmaktadır.”
Ezilen ve sömürülenlerin, iktidar dışı kalmış sınıf ve etnik yapıların kendilerini iktidar sahibi görmeleri kadar saçma ne olabilir ki? Yüz elli yılı aşkın hüküm süren reel sosyalizm bile iktidarın bu çözümlenemez karakterini tespit edemediği için çözülmekten kurtulamadı. “Proletarya diktatörlüğü”, “sınıf iktidarı” gibi tanımlar aslında iktidar kavramına yönelik tanımlamadaki yetersizliklerin ürünüydü. Yani iktidar kavramını nötr sanıyorlardı. Reel sosyalist deney hiç de öyle olmadığını ispatladı. Meşhur “proletarya diktatörlüğü” veya “sınıf iktidarı” yüz elli yıl sonra bürokratik kapitalizm olarak insanlığın karşısına çıktı.
Demek ki iktidar temelli örgütlenmelerin hepsi aynı sonucu yaratacaktır. Daha reel sosyalist süreçte de iktidarın bu karakteri tartışılıyordu. Nitekim Anarşistlerin önde gelenlerinden Bakunin “En demokrat adamın başına iktidar tacını geçirin, yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacak veya ahlakı bozulacak.” diyordu. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. İşçi ve emekçileri Fransız kraliyet ailesine karşı kışkırtmaya çalışan Robespierre, “biz özgürlük, eşitlik ve adaleti mermer tabletlere değil, insanların kalbine işleyeceğiz” derken bile Hammurabi’nin tabletlerine gönderme yaparak kendi iktidarlarını kutsayarak kendilerini inşa etmeye çalışıyordu. Yani tarihte ulus devlet aygıtını ele geçirip de demokrasiye yönelmiş hiçbir örnek yoktur. Bu anlam da tarih Bakuni’ni doğrulamıştır.
Dolayısıyla Türkiye toplumsallığının da doğru bir demokrasi ve özgürlük mücadelesi aynı denenmiş yollardan geçerek zaferle sonuçlanmayacaktır. Hele hele emeğin özgürlüğünün aynı yollardan geçerek sağlanması mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Türkiye emekçilerine “dışarıdan bilinç taşımayla” kendilerini sorumlu gören sosyalistler aynı yollardan geçerek özgürlük mücadelesi kulvarına hiç mi hiç giriş yapamazlar. Bu, tarihin doğruladığı bir sonuçtur. Aynı yolun yolcuları ancak gelecekteki Putin olabilirler ama özgür olamazlar.
Türkiye toplumsal gerçekliğinde özgürlük mücadelesi her zamankinden daha gerekli olmuştur. Sadece işçilerin eve, emekçilerin özgürlüğe ihtiyacı yok. Tek adam rejiminden tüm toplum muzdarip hale gelmiştir. Hemen hemen toplumun tüm sınıf ve katmanları tek adam iktidarına karşı öfke patlaması aşamasındadır. Ama toplumun adeta genlerine işlenmiş olan iktidar ve inkâr kavramları bu gerçeği görünmez kılmaktadır. Zihinlerde, iktidarın oluşturduğu inkâr siyaseti ve iktidar bağımlılığı aşılırsa özgürlük kulvarına giriş yapılabilir.