Bugün, sinemanın 125’inci yılı. Lumière kardeşlerin sinematografi adını verdikleri bir aletle Paris’te gerçekleştirdiği ilk sinema gösterimiyle ‘beyaz perde’ hayatımıza girdi. O günden bugüne, sinema hayatımızda önemli bir yerde duruyor
Bugün, Fransız yönetmen Jean-Luc Godard’ın “Dünyadaki en güzel hile” olarak tanımladığı sinemanın doğum günü. Paris’te, bundan tam 125 yıl önce halk; bir yandan Noel’in ardından yılbaşını kutlamaya hazırlanırken diğer yandan bir avuç insan sonraki yüzyılın ve günümüzün en büyüleyici icadına tanık olacaktı. O gün, Auguste ve Louis Lumière kardeşlerin bulduğu ve sinematograf adını verdikleri bir aletle bir gösteri düzenlenecek ve tarihin akışı değişecekti.
Bu öyle bir değişim olacaktı ki; sevinçlerimizi, mutluluklarımızı, üzüntülerimizi ve hayal kırıklıklarımızı tam 125 yıl boyunca “Beyaz Perde”de arayacak, sinemalar önünde kuyruklar oluşturacaktık. Lumière kardeşler de bu yeni aletin geleceğinden bihaberdiler ve dönemin büyük ilizyonisti, daha sonra da sinemanın ilk öykücüsü olacak olan Georges Méliès sinematografı kendilerinden satın almak isteyince şu cevabı verirler: “Delikanlı paranı sokağa atma. Bu aygıt bir süre bilimsel bir merak konusu olur sonra unutulur, hiçbir geleceği yok.”
Tarih 28 Aralık 1895. Paris’te o cumartesi günü insanlar Haussmann operasyonlarının kentin çehresini değiştirdiği büyük bulvarlarda doluşmuşken, Paris’te Boulevard des Capucines 14 numara Grand Hôtel’deki Grand Café’nin alt katındaki Salon des Indiens hummalı bir hazırlık içinde.
Lumière kardeşler gösteri için salonu, mekanın sahibi Clement Maurice’ten günlük otuz franga kiralamışlardı. İlk başta gösterinin gelirinin yüzde yirmisini vermeyi teklif eden Lumière kardeşlere şiddetle karşı çıkan Maurice, bu yeni olayın kısa süreliğine unutulacağını ve tiyatro ile opera varken aklı başında hiçbir insanın bununla ilgilenmeyeceğini düşünerek bu teklifi reddetmişti. Giriş biletinin 1 frank olduğu gösteri kısa bir süre içerisinde günlük 2500 frank gelire sahip olacaktı.
‘Bir araba üstümüze geldi’
Maurice gibi düşünenler pek de az değildi. O dönem Paris tiyatrolar, operalar, kukla ve ilizyon gösterilerinin başkentiydi. Dönemin büyük ilizyonisti, daha sonra da sinemada ilk öykücülüğün kurucusu olarak kabul edilen Georges Méliès de ilk başta böyle düşünenlerden biriydi. Lumière kardeşlerin babası Antoine Lumière, Méliès’in tiyatrosuna gider ve kendisini akşam saat dokuzda gerçekleşecek gösteri için davet eder. Méliès, anılarında istemeyerek de olsa gösteriye gittiğini ve perde karşısında ilk önce içinden “Bizi buraya bunun için mi çağırdılar buraya, on yıldır ben de aynı şeyi yapıyorum” diye homurdandığını yazar ve ama sonra şaşkınlığını ve büyülenmesini gizleyemez:
“Birden, bir arabayı çekmekte olan bir at üstümüze doğru gelmeye başladı, onu başka arabalar, insanlar, kısaca sokağın kargaşası izledi. Gösteri herkesi şaşırtmıştı, hepimizin ağzı açık kalmıştı.”
‘Hayatın kendisidir’
İzleyiciler şaşkındı. Sinemanın etkisi tüm Paris’te kulaktan kulağa yayılıyor, herkes gösteriden konuşuyor ve sinema dünyaya yayılıyordu. La Poste gazetesinde 30 Aralık 1895’te yayınlanan bir makalede, sinema sayesinde “ölümün mutlak olmaktan çıkacağı” belirtilerek şu ifadeler kullanılıyordu: “Bu bisikletli, koşan köpekler, arabalarla dolu bir işçi selini açıp dışarı çıkaran bir atölye kapısıdır; tüm bunlar hareketli ve hareketli. Hayatın kendisidir, hayattan alınan harekettir.”
İlk gösterime 35 kişi geldi
Salon des Indiens’teki ilk gösteriye sadece 35 kişi gelmişti. Bu gösteri programı “Auguste ve Louis Lumière ‘in icat ettikleri bu aygıt, belirli bir süre boyunca objektifin önünde gelişen hareketleri, birbirini izleyen bir dizi fotoğrafla saptar, sonra bunların görüntülerini bir salondaki perde üzerinde hareketli olarak gösteriyor” şeklinde tanıtılıyordu. İlk gösteride Lumière kardeşlerin Lyon’da çektiği 10 film gösterilmiştir.
Lumière’lerden sonra çok şey değişti. Filmler uzadı, salonlar büyüdü, festivaller oluştu ve daha niceleri. Dünyayı saran pandemi nedeniyle neredeyse bir senedir sinemalardan uzak olsak da korona biter bitmez yeniden salonlar önünde kuyruklar oluşturacak, Beyaz Perde’nin karşısında her şeye ara verip kendi dönüşümümüze tanık olacağız. Çünkü biz sinemaseverler, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’da tarif ettiği “sinemadan çıkmış eşsiz yaratıklarız.”
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”
KÜLTÜR SERVİSİ