Boğaziçi mezunu olan Kardeş Türküler’in kurucularından Feryal Öney ile Boğaziçi’ni konuştuk: Ya bunlara (Elitist suçlamasına) gülüp geçiyorum. Anadolu’nun birçok şehrinden benim gibi devlet lisesi mezunu birçok genç sınavı kazanarak geldi Boğaziçi’ne. Öyle fildişi kulelerde yaşayan insanlar değiliz, olmadık
Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden biridir Boğaziçi. 1992 yılında aldığı bir kararla atanmasını istediği rektörleri kendi seçmeye başlamış ve demokratik yapısını da korumaya çalışmış üniversitelerdendi. (İlk olarak 2016 yılında okulun seçtiği rektör yerine başkası getiriliyor.) Ta ki Cumhurbaşkanı kararıyla atanan rektör Prof. Dr. Melih Bulu’ya kadar. Atanan rektörün, 2015’te AKP milletvekili aday adayı olması dikkat çekiciydi. Üniversiteden Bulu’nun atanmasına itiraz vardı. İtiraz protesto eylemine dönüştü. Öğrenciler gözaltına alındı. Öğrencilerin kelepçeli gözaltına alınması, üniversite kapısına kelepçe vurulması ya da evlerinin duvarlarının kırılmasına ise tepkiler sertti.
Atanma ya da kayyum protestoları, iktidar cephesinde “terör” olarak adlandırıldı. Hatta hocaların ve öğrencilerin elitist oldukları için atanmayı kabullenemedikleri iddiası yayıldı. Oysa parası çok olanın değil puanı yüksek olan gençlerin okuyabildiği bir üniversite. Engellemelere rağmen öğrencilerin protestoları sürüyor. Protestolara akademisyenlerin de mezunların da desteği sürüyor.
Boğaziçi mezunlarından olup Kardeş Türküler’in kurucuları arasında yer alan ve aynı zamanda solistlerinden olan Feryal Öney ile Boğaziçi Üniversitesi’nin dününü, bugününü konuştuk.
Boğaziçi mezunusun. Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör atanması ne anlama geliyor?
“Kayyum” zihniyetinin üniversitelere kadar gelmesi şu anki büyük itirazın, eylemlerin sebebi. Üniversitelerin “özerk, demokratik” olması, çok temel bir ilkeydi ve bu çiğnenmiş oldu. Yaşananlar aslında ‘82 dönemini akla getiriyor. 1982 yılında rektörlük seçimlerinin kaldırılmasıyla özerkliği sonlandırılmaya çalışılan üniversitelerden biri olan Boğaziçi Üniversitesi, ‘92’de aldığı bir kararla atanmasını istediği rektörleri kendisi seçmeye başlıyor. Yıllarca bu böyle devam ediyor.
Bu sürece getiren zemin ne zaman başladı?
Aslında 2016 yılında seçim sistemi hiçe sayılarak, OHAL’den hareketle bir kayyum atanıyor. Ve bugün, direkt tepeden, bir gecede, nasıl atandığı bilinmeden, üniversiteden kimseye haber verilmeden/ sorulmadan bir rektör atanması ise gelinen son nokta. “Boğaziçi Üniversitesi hep tam özerkti” gibi cümleler kurmayacağım ama sahiden benim yaşadığım dönemde de sonrasında da üniversite ortamı sadece öğrencilerin okumaya gelip, derslere girip çıktığı bir ortam olmamıştır. Akademisyeninden idarecilerine, öğrencilerine kadar hep iletişim içerisinde olunan, söz hakkının, seçme seçilme hakkının olduğu bir yerdi. Kültür-sanat ortamı içerisinde yetişmiş biri olarak bir bütünden; fakültelerden, olmazsa olmaz kulüplerden, yurtlardan, kısaca bir kampüs yaşantısından, burada yetiştiğimden bahsederim hep. Benim için Boğaziçi Üniversitesi hepsinin toplamıdır.
Neden peki?
Çünkü Boğaziçi’nde kampüs hayatı size daha özgürlükçü, eşitlikçi, katılımcı/üretken bir genç olma ortamı sunar, birbirimizi buna teşvik ederiz.
Boğaziçi denilince ilk akla ne geliyor?
Benim aklıma hemen kulüpler geliyor. Buralar ders dışında oyalanmak, vakit geçirmek için devam ettiğin yerler midir? Hayır. Kulüp faaliyeti aslında dünyayı ve Türkiye’yi tanıdığın, kendi yeteneğin üzerinden söz söylediğin, üretim yaptığın yerdir. Bunu yaparken katılımcılığı, birlikte üretmeyi, sorular sormayı, birlikte dünyayı anlamaya çalışırsın. Bu arada, sadece sanat kulüpleri yoktur tabii ki. Spor, bilim, edebiyat alanında çalışan birçok kulüp vardır. LGBT-İ+ bireylerin, kadınların kurduğu kulüpler vardır; bu çok kıymetli tabii ki.
Çok sesliliğin, yaratıcılığın, ortaklaşmanın önü açıktı diyorsun?
Kısaca Boğaziçi, hepimizin; öğrenciler, akademisyenler bir arada yaşayan herkesin özgürce kendini ifade edip üretimlerini yapabildiği, bunu zorladığı, eşitlikçi, demokratik bir yeri çağrıştırdı hep. Biz en azından öyle olması için çalıştık. Üniversite yönetimi -en azından benim yaşadığım dönemlerde- yaptığımız projenin, sanatsal üretimin içeriğine, dramaturjisine müdahale etmezdi. Bugün gelinen noktada, tüm bu anlattıklarımdan geri bir noktaya gidilmesi ihtimali büyük tabii.
Daha özgür alanlar dedin. Sizin için de bu destek son derece önemliydi. Kardeş Türküler’in çıkışı da bu üniversitede oldu. Kürtçe, Ermenice çok-dilli şarkılar söyleyen, çok renkli bir grup. Siz de bu destekle ortaya çıktınız diyebilir miyiz?
Bizden öncesi de var. 70’lerde başlıyor kulüpler geleneği. Bizim olmadığımız o tarihlerde de mesela BÜO (Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları) var, BÜFK (Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü) var. Bu kulüplerden yetişmiş oyuncular, müzisyenler var hepimizin tanıdığı. Mesela 80 Darbesi’nden sonra bütün memleketi sessizlik kaplıyor ya, o yıllarda çoğu BÜO’lu olan, Mozaik diye bir grup kuruluyor Boğaziçi’nde. Bülent Somay, Ezel Akay, Ayşe Tütüncü, Sumru Ağıryürüyen, Timuçin Gürer gibi isimler var. 83’te, “Ölümden Önce Bir Hayat Vardır” diye bir konser hazırlıyorlar. O sessizlik döneminde sessizliği reddeden, “hayat”ı hatırlatan bir proje çıkarıyorlar ve dünyanın çeşitli kültürlerinden şarkılar, ‘balad’lar, folk şarkıları söylüyorlar; araya hikâyeler de ekleyerek. Bu o dönem için çok moral verici oluyor.
Sizin çıkışınız da oradan mı etkilendi?
Evet. Biz Kardeş Türküler onlardan çok feyz aldık; bize ilham kaynağı oldular. Biz de BÜFK’lü ve BÜO’lu bir grup öğrenci, 90’larda yaşadıklarımızı anlamaya, anlamlandırmaya, savaşın, gözaltında kayıpların yaşandığı, etnik ve inançsal kimliklerin kutuplaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde bu toprakların farklı dillerdeki geleneksel şarkılarını söylediğimiz, danslarını sahnelediğimiz bir proje hazırladık. Adına da “Kardeş Türküler” dedik. Ve evet, dönemi için “riskli” olan bu proje, Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde yeşerdi.
Başka bir yerde olsa Kardeş Türküler çıkar mıydı?
İnan bu soru sık sık aklımıza gelir. Bugünlerde de soruyoruz kendimize bunu. Türkiye’nin politik ikliminden, o dönemki YÖK’ten bağımsız da düşünmeyelim ama belli bir özgürlük vardı tabii başta da anlattığım gibi. Büyük ihtimalle başka bir üniversitede zor olurdu böyle bir projenin çıkması.
Bugün Boğaziçi Üniversitesi’ndeki rektör atamasına protestolar sürüyor. Daha önce de Kürt illerinde belediyelere kayyum atandı. Yeterli ortaklaşmanın olmaması bugünü de doğurmadı mı?
Türkiye’de muhalefetin durumu ve tabii ki bizler, bir arada durup hep birlikte güçlü ses çıkarmayışımız bizi bu günlere getirdi. Sadece bugün yaşananlara dair değil, hayatın her alanında birbirimizin yaşadığı eşitsizliğe, adaletsizliğe dair hep beraber itiraz etmememiz ya da içimizden cılız seslerin çıkması bizi bugünlere getirdi.
Tepkiler doğu ve batı durumuna göre değişiyor mu?
Doğusuyla-Batısıyla aynı siyaset tarafından yönetiliyoruz; herkesin özgürlüğüne el uzatılabilir, bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşandığı gibi… Ses çıkarmayıp sadece izleyici olduğunda sıranın bir gün sana gelmemesi diye bir şey yok.
Neden iyi muhalefet örgütlenmedi peki? Birliktelik, yaşamın her alanında özgürlüklere karşı geçerli değil mi?
Ben Türkiye şartlarına göre daha özgürlükçü, sözünü söyleyebilen, soru soran bir projenin içinde yer aldığım, öyle bir sanat çevresinin içerisinde büyüdüğüm için benim hassasiyetlerim farklı, diyebiliyorum. Ama Türkiye’nin gerçeklerinden bihaber, umursamaz ya da milliyetçi pencereden bakan çok fazla insan var memlekette. Ve dönem dönem bu milliyetçiliğin dozu çok artıyor. Farklı kimliklere eşit bakmaktan uzak, kendilerine dokunulmadıkça çok ses çıkarmayan insanların sokağa, medyaya, üniversiteye vs hâkim olduğu bir iklim oluşuyor. Bu epeydir böyle.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri ya da hocalarının marjinal ve elit olduğu yönündeki eleştirilere ne diyorsun?
Ya aslında ben bunlara gülüp geçiyorum. Üniversiteye girdiğim yılı hatırlıyorum; Anadolu’nun birçok şehrinden, kasabasından sadece Anadolu lisesi ya da kolej öğrencileri değil, benim gibi devlet lisesi mezunu birçok genç de ÖYS sınavını kazanarak geldi Boğaziçi’ne. Yılını hatırlamıyorum ama dil barajının kalkması sayesinde oldu. Ve benim geldiğim ‘80 sonlarından itibaren Boğaziçi’nde gözlemlediğim, bizim gibi, kadın hareketine, öğrenci hareketine, işçi hareketine, Kürt hareketine, farklı farklı birçok kimlik hareketine yakın duran ya da içinde yer alan bir kesim vardı kampüste, hâlâ da öyle. Eylemlerinde, sahnesinde, yaptığı işlerde bunu dile getiren. Öyle yukarda, fildişi kulelerde yaşayan insanlar değiliz, olmadık. Yaşadığımız memleketi, dünyayı daha yakından tanıdığımız, derste, yurtta, kulüp odalarında birbirimizi eğittiğimiz bir yer oldu Boğaziçi.
Akademisyenler atanan rektöre sırtlarını dönerek protesto etti. Boğaziçi mezunları, sanatçılar, akademisyenler imza kampanyası başlattı. Hep birlikte ses çıkarıyor. Sence bu süreç nereye evrilir?
Bu uzun soluklu bir süreç olacak gibi görünüyor. Öğrenciler kampüsü bırakmayı düşünmüyor. Akademisyenler dediğin gibi. Büyük bir mezun kesim de işin takipçisi olmayı sürdürüyor. Bu işin, belli kazanımlar oluncaya kadar devam edeceğini düşünüyorum. Tabii ki bir günde yasaları değiştiremeyeceğiz ama inadın ve direnişin süreci etkilememesi mümkün değil.
İstenilen demokratik yönetim değil mi?
Çok temel hak özgürlük, eşitlik talepleri bunlar. Üniversitelerin “özerk, demokratik” olması, çok temel bir ilkeydi ve bu tekrar talep ediliyor.
Bu eylemlerin devam ettiği şu günler de Türkçe ve Kürtçe rap şarkısı yapıldı. Ardından Yuh Yuh şarkısı eylemlere uyarlandı. Sanat üretilmeye devam ediyor…
Aşık Mahsuni’nin 70’lerde yaptığı, tüm memlekette dillere dolanmış ve söylendiği her dönem muhatabını bulan bir türküdür “Yuh Yuh”. Bugün Boğaziçili Müzisyenler adıyla bir grup öğrencinin sözleri uyarlayarak yeniden söylemesi bir tesadüf olmasa gerek. Gizli Özneler de “Yetti” isimli Türkçe-Kürtçe rap şarkısını yaptı bugünlerde. Bir taraftan da öğrenciler katkıya açık bir sergi çağrısı yaptılar. Burada anonim yapılan bu çalışmalar Boğaziçi Üniversitesi’nde 2021 yılı başında yapılan bu haklı protestonun eserleri olarak hafızamızda kalacaklar.
Hani sorulurdu ‘Gençlik nerede’ diye, işte cesaretle direniyorlar
Türkiye’de öyle gündemlerle sabaha uyanıyoruz ki sanat konuşamaz hale geliyoruz. Sanat pandemide en çok etkilenen alanların başında geliyor. Neler yaşıyorsunuz?
İşin öncelikle maddi boyutu var. Dünyada bu süreçler daha farklı işledi; devletler sanatçılarına bir süre geçinebilecekleri, hayat memat derdine düşmeyecekleri miktarlarda yardımda bulundu. Biz burada “ödediğimiz vergiler nerede” diye sorduğumuzda ya cevap verilmedi ya “kültür kurumlarına harcandı” dendi ya da dokuz on ayın sonunda 1000’er TL dağıtılacağı söylendi. Şaka gibi tabii. Üstüne bir de sahneye çıkamamak, seyirciyle buluşamamak eklenince.. Kısacası, bugünlerin bitmesini bekliyoruz sabırla.
Bu ülkede senin nasıl bir derdin var?
İnsanların eşit, özgür olduğu bir ülkede değiliz. Söz söyleme, özgürce kendini ifade etme, hatta yaşama hakkının pamuk ipliğine bağlı olduğu, bunun da bir gecede çıkarılan yasalarla desteklendiği bir yerdeyiz. Her alanda eşitlik, özgürlük, adalet talebi çok kıymetliymiş. Bunu yaşadığımız şu günlerde de tekrar idrak ettik.