İstanbul eski Baro Başkanı Turgut Kazan ile cezaevlerini, adaletsizliği ve AİHM kararlarını konuştuk
Nezahat Doğan
“Cezaevleri bir toplumun aynasıdır.” Bir ülkede demokrasinin ne kadar uygulanıp uygulanmadığı, cezaevleri ile ölçüttür. Türkiye’de de cezaevlerinin durumu her dönem tartışılan konular arasında. Her yıl olmasa da sık sık infaz yasaları çıkartılıyor. Ancak yasaların herkese eşit derecede uygulanıp uygulanmadığı ise tartışma konusu. 1 Ocak’tan itibaren cezası bitenlerin tahliyesinin yapılmadığı belirtiliyor. Diğer taraftan da cezaevlerindeki ihlallerin artışı ve tecride karşı açlık grevleri de devam ediyor.
İstanbul eski Baro Başkanı Turgut Kazan, toplumsal olarak da hukukun ve savunmanın üzerinde de baskının olduğunu belirtiyor, “Tutuklular için bir çözüm aranmayıp bu pandemi ortamında onların durumuna seyirci kalınması kesinlikle çağ dışıdır” diyor. Bu durumu da büyük insanlık ayıbı olarak değerlendiriyor. Kazan ile cezaevleri, infaz yasası, yargı reformu, AİHM kararlarını konuştuk.
Geçtiğimiz yıl yeni infaz düzenlemesiyle birlikte Alaattin Çakıcı gibi suçlardan yargılananlar serbest bırakıldı. Şartlı tahliyeden siyasi tutukluların yararlanmaması ya da bu konuda farklı tutumla maruz kalmaları nasıl görülmeli? İnfaz yasası kime göre nasıl düzenlendi?
Meclis’te 14 Şubat 2020’de kabul edilen 7242 sayılı yasa, infaz sistemini iyileştirme yasası değil, muhalif kesimlere yer açmak için, cezaevlerini boşaltma yasasıdır. Nitekim adli-adi veya genel suç denilen suçlarda tam bir cezasızlık sistemi getirilirken, terör suçu denilen siyasal nitelikli suçlarda cezaların artırılmış olması, bu amaçla hareket edildiğini gösteriyor. Örneğin, kasıtlı suçlarda 3 yıl, taksirli suçlarda 5 yıl hapis cezasına çarptırılanlar, doğrudan açık cezaevine alınırken, terör, örgüt suçları bu değişikliğin dışında tutuluyor. Hatta 30 Mart 2020 öncesi işlenmiş (kapsam dışı olmayan) suçlardan 6 yıl hapis cezası alanların hiç cezaevine girmeden salıverilmeleri sağlanmıştır. Kalıcı düzenlemelerde de aynı yaklaşımı görüyoruz.
Nasıl bir yaklaşım bu?
Koşullu salıverme oranı genel suçlarda 1/2, örgüt-devlet sırları ve MİT yasası kapsamına giren suçlarda 2/3 olarak kabul edilmiştir. Özellikle MİT yasası kapsamındaki suçların, salt Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel ve Müyesser Yıldız tahliye olmasın diye istisnalar arasına alındığı düşünülürse, bu yasayı yapanların neyi amaçladığı kolayca anlaşılır.
Ve mükerrer suçların koşullu salıverilme oranı 3/4’ten 2/3’e indirilirken, 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası kapsamındaki suçlarda 3/4 olması söylediklerimizi doğruluyor. Ayrıca, genel suçlar için tanınan kısa süreli hapis cezaları için özel infaz ve belli yaşları bitirmiş kişilerin cezalarını evlerinde çekme imkanları da yine belli suçlara tanınmamıştır. 30.03.2020 gününe kadar işlenen suçlara tanınan 3 yıllık denetimli serbestlik imkanı siyasal amaçlı suçlara tanınmamıştır.
Siyasi tutuklular serbest bırakılmıyor. Cezaevlerinin salgın bahanesiyle bu yasa geçirilerek istenilen kişilerin serbest bırakılması ama diğer taraftan da birçok kişinin tutuklandığını biliyoruz. Bu bir çifte standart değil mi?
Sonuç olarak tam da buna geliyor. Genel suçlarda 10 yıl altı cezası olanların bir ay kapalı cezaevinde kalmaları yeterli görülerek, açık cezaevine ayrılmaya hak kazanmaları ve pandemi nedeniyle izinli olarak cezalarını evde çekmiş sayılmaları yolu açılmıştır. Böylece, hırsız, vurguncu, soyguncu, dolandırıcı, göçmen kaçakçısı, insan ticareti, kadına yönelik suç işleyen kim varsa, (Devlet Bahçeli’nin dava arkadaşı dahil) hepsi tahliye edilmiş. Tweet atanlar, eleştiri yapanlar, muhalif olanlar için cezaevlerinde yer açılmıştır. Özellikle, tutuklular için bir çözüm aranmayıp bu pandemi ortamında onların durumuna seyirci kalınması kesinlikle çağ dışıdır. Bir büyük insanlık ayıbıdır.
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde sürekli bir mahkumiyet alıyor. 90’larda özellikle -faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar ve işkence hak ihlalleri iken günümüzde düşünce özgürlüğü, adil yargılanma gibi maddelerden tazminat ödenmeye mahkum ediliyor. Kararların uygulanmaması ne anlama geliyor?
AİHM kararları üzerine yasal-anayasal-hukuksal bir uygulama değil, keyfi bir fiili durum yaşanıyor. Normalinde karar gelir, çevirisi yapılır, dosyasına girer ve mahkeme inceleyerek mevcut kurallar ışığında ihlali giderici bir karar verir. Anayasamızın 90/son maddesi ile AİHM’nin 46. maddesi gayet açıktır. Büyük Daire kararı kesindir. Ve Türkiye hiç tartışmasız kesin karara uymakla yükümlüdür. Ama bu tür durumlarda, daha karar ilgili mahkemeye gelmeden, Sayın Cumhurbaşkanı çok sert bir konuşma yaparak, “Karar bizi bağlamaz” diyor ve hukuksal, yasal, anayasal çözüm yolu kapatılmış oluyor. Cumhurbaşkanı’nın yaptığı, yapacağı böyle bir konuşma kesinlikle talimat niteliği taşır ve Anayasa’nın 138. maddesine aykırıdır. Artık yargı yerinin başka bir karar verme-verebilme imkanı kalmaz. Yaşadığımız gerçek budur.
Avrupa Parlamentosu AİHM’in kararı kapsamında tüm siyasi tutukluların derhal koşulsuz serbest bırakılma çağrısı yaptı. Ne anlamalıyız?
AİHM kararı, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne gönderilmişti. Komite bu ihlalin giderilmesi sağlamaya çalışmakla görevli. Ve sonuçta Türkiye bu kararı uygulamak zorunda kalacak. İlgililere Azerbaycan olayındaki Memedov kararlarını okumalarını tavsiye ediyorum.
Peki nasıl bir yaptırım olur uygulanmadığında?
E aksi halde Türkiye kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nden önce üyeliğinin askıya alınması ve arkasından üyelikten çıkarılma uygulamasıyla karşı karşıya kalır. Demirtaş kararına böyle yaklaşırken, yeni yaşadığımız şiddet olaylarına nasıl yaklaşıldığına bakınca, durum apaçık anlaşılıyor.
Bir partinin lideri gazetecileri işaret edebiliyor. Gazeteciler sokakta saldırıya uğrayabiliyor. Hedef gösterebiliyor. Ancak bir işlem yapılmıyor. Ya da siyasetçiler, aydınlar, sanatçılar… Kısacası muhalif olanların yazdığı bir tweet hemen dava konusu olabiliyor. Gece yarısı evlerinden alınıp tutuklanabiliyor. Güven ve güvensizlik bunun üzerinden mi inşa ediliyor?
İttifakın küçük ortağı, neye mal olursa olsun ittifakımız yaşayacaktır dedi. Ve devamla bazı yayın organlarının yavan, yalan, yanlış, yozlaşmış değerlendirmeler yaptığına tanık olduklarını söyledi. Ve hemen ertesi gün üç saldırı birbirini izledi.
Ardından, nush ile uslanmayanın dayak yiyeceği vurgulandığı gibi, “Bu hareketin delisi çoktur” denildi. Soruşturma savcısı açıkça tehdit edildi. Sonra, bunlarla yetinilmedi, üç gazetecinin daha adı verilerek, üçü de hedef gösterildi. Ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin tek yetkilisi Sayın Cumhurbaşkanı hiç konuşmadı, bu çok tehlikeli şiddet tırmanışına seyirci kaldı. Oysa Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrencilerimizin ince mizahla yüklü barışçı gösterileri değil, bu apaçık örgütlü şiddet, terörün örneğidir. Gereği yapılmadı, yapılmayacağı anlaşılıyor.
Türkiye’de ‘terörist’ tanımı gittikçe genişliyor. Bu kavramın iktidar açısından bu kadar geniş tutulması nasıl okunmalı? 2011 yılında bir hukukçu olarak bir savunmanız ‘terör suçu’ sayıldı. Nasıl savunma ‘terör’ sayılır?
Ne yazık ki, Türkiye’de her hak kullanımı için terör suçlaması yapılıyor. Ve muhalifleri susturmak için hep bu yol izleniyor. Hatta elinde, evinde veya banka hesabında dolar bulunduranların bile terörist olduğu söylendi. Böyle bir anlayış, kesinlikle uluslararası terör tanımıyla uyuşmuyor.
Nitekim sormuş olduğunuz şahsıma ilişkin dava da, böyle bir anlayışın ürünüydü. Ben, müvekkilim İlhan Cihaner soruşturmasında, yapılan hukuka aykırılıkları eleştirdiğim için, terörle mücadele eden personeli hedef göstermekle suçlandım. Oysa yargıç ve savcı terörle mücadele eden personel sayılamaz. Ama onlar kendilerini adalet görevi yapan kişi olarak değil, terörle mücadele eden personel saymışlardı. Tabii, tam bir kara mizahtı. Her durumda, terör suçlaması yaparak, insanları susturmaya çalışıyorlar.
4 dönem baro başkanlığı yaptınız, baroların durumunu nasıl görüyorsunuz?
Barolar savunma hakkı ile hak arama özgürlüğünün, dolayısıyla hukuk devletinin güvencesidir. Bu güvencenin işleyebilmesi için, bağımsız ve güçlü olmaları gerekir. Nitekim benim başkanlık yaptığım günlerde, Sayın Erdoğan bu gerçeği gördüğü ve bildiği için, yeniden seçilmemiz üzerine, RP Başkanı olarak randevu isteyip kutlamaya gelmiştir. Ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, denetimsiz olarak bütün yetki tek elde toplandığı için, bağımsız ve güçlü baro rahatsızlık vermeye başladı.
Çoklu baro demek biat eden savunma mı demek?
Türkiye’de adım adım hukuk devletinden uzaklaşıldı. Ve sonunda, baroların bu gidişi eleştirmeleri engellenmek istendiği için, onları bölme, etkisizleştirme girişimi başladı. Çoklu baro bu arayışın bir ürünüdür. Eğer doğruysa, Ankara’daki saldırılarla ilgili soruşturma için, İstanbul 2 no’lu Barosu’ndan bir avukatın şüpheli müdafi olması, ilginçtir, düşündürücüdür. Çoklu baro yanlıştır, sakıncalıdır, mutlaka vazgeçilmelidir, vazgeçilecektir.
Bu reformdan korkuyorum!
Reformlardan bahsediliyor, reformlardan nasıl bir beklentiniz var? Köklü bir değişiklik olur mu?
Reformlarla ilgili yıllardır hep aynı yolu izliyorlar. “Şunu şöyle yapıyoruz, bunu böyle yapıyoruz” açıklamalarıyla, dışarıdan sermaye gelebilir sanıyorlar. Oysa bu yargı yapısıyla reform olmaz, olamaz. Daha ayrıntılar ortaya çıkmadı ama ben reform adımlarıyla, bize bir kazanım değil, kendilerine kazanım sağlamaya çalışacaklarından korkuyorum.
Nasıl bir korku ve endişe?
Artık AYM kararları bağlayıcıdır düzenlemesi yaparak, önceki apaçık ihlalleri aklamayı, kurtarmayı deneyeceklerini sanıyorum. Uyanık olalım, yaparlarsa teşhir etmeyi görev sayalım.
‘Adalet herkese gerekli’ mantığı hukukta nasıl bir yapılandırmayla mümkün olur?
Elbet adalet herkes için gereklidir. Herkes için adalet sağlayabilmenin yolu da, bağımsız ve kaliteli bir yargıya ulaşmaktan geçer. Hukuk devleti de, ancak o zaman gerçekleşir.
Oysa bugün Türkiye’de kesinlikle bağımsız ve kaliteli bir yargı yoktur. Dolayısıyla ve öncelikle, HSK ile ilgili Anayasa 159. maddenin ve AYM’nin yapısıyla ilgili 146. maddenin büyük bir mutabakat sağlanarak mutlaka değiştirilmesi gerekir. Yine, RTÜK’le ilgili Anayasa’nın 133. maddesi ile Basın İlan Kurumu’yla ilgili 29/4. maddesinin mutabakatla değiştirilmesi şarttır. Ayrıca, geçtiğimiz birkaç yıl içinde, yaklaşık 16/17 bin yargıç, objektif, liyakat arayan sınavlarla değil, belli desteklere dayalı mülakatlarla göreve getirilmiştir. Bu gerçek çok ciddi bir sorun yaratıyor. Nasıl çözüm üretileceği düşünülmelidir. Bunlar yapılmadan, özellikle bağımsız ve kaliteli bir yargı yaratılmadan, hukuk devletine ulaşamayız. Ve kimse için, mal, mülk, özgürlük güvencesi sağlayamayız.