Sanatçı Deniz Türkali ile 8 Mart’ı, erkek sistemi ve buna karşı kadınların mücadele hallerini konuştuk: Kürt kadınları erkekliğin zirve yapmış olduğu yerde müthiş bir başarı gösterdi. İnanılmaz! Hayranlıkla karşılıyoruz elbette. Şimdi geri dönüş çok zor. Çok ciddi bir kazanım var
Nezahat Doğan
8 Mart 1857’de New York’ta dokuma işçisi kadınların 10 saatlik çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve insani yaşam koşullarının oluşturulması için başlattıkları grevde polisin ablukası sonucu fabrikada mahsur kalan 120 kadın, çıkan yangın sonucu yaşamını yitirdi. O bir milattı: 8 Mart’ta dünyada bütün kadınlar çalışma koşullarının iyileştirilmesi, eşit işe eşit ücret, emek sömürüsüne, kadın kırımına karşı, şiddete, tecavüze karşı özgürlük mücadelesi vererek alanlara çıktı. 1910’da 2. Enternasyonal’e bağlı kadınlar toplantısında tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması kararı alındı. Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, erkek egemen sistemlerin değişmesi için mücadeleyi temel alan bir hat oluşturdu. İnsanlığın ve toplumun değişip dönüşmesi, kazanılmış haklarının kaybedilmemesi, kadın düşmanı politikalara, söylemlere, cinsiyetçi dile, ırkçılığa karşı; kadınlar her yıl 8 Mart’ta Feminist Gece Yürüyüşü’nde alanlara çıkıyor; hep birlikte özgürlük mücadelesi için isyan ediyor. Bütün kadınların sorunları ortak. “Biz dünyanın yarısıyız”, “Vardık, varız, var olacağız” söylemiyle kadınların birlikte ne kadar güçlü olduğunu eril sistemlere karşı direnerek alanlarda gösteriyor. Alanlarda sesini yükselten ve sözünü sakınmayan kadınlardan biri de kadın hakları savunucusu, feminist sanatçı Deniz Türkali. Kadınların toplum düzenini değiştirdiğini ve farkındalık yarattığını belirtiyor ve gerçek özgürlük mücadelesini kadınların verdiğini söylüyor. Feminist Gece Yürüyüşü’nün 18 yıl önce dayağa karşı bir eylemle başladığını hatırlatıyor ve “Mücadeleler ancak sokakta mümkün olabilir ve yapılmalıdır. 8 Mart’ta kadın arkadaşlarımızın yaptığı da budur” diyor.
8 Mart’ı, kadın mücadelesini, bitmeyen şiddeti ve sanatı Deniz Türkali ile konuştuk.
Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Öncelikle bugüne dair altını çizeceğiniz birkaç cümle alalım…
Bugün artık bütün kadınların feminist hareketin bu işe destek vermesiyle ve yeniden kadın hareketinin hareketlenmesi ve coşmasıyla 8 Mart sadece emekçi kadınların değil, dünyadaki bütün kadınların günü oldu. 18 yıl önce dayağa karşı yürüyüş ile başladı ve feminist hareket sokağa çıktı. Ve gece yürüyüşleri herkesin sesini duyurduğu, sokağa çıktığı ve toplumsallaştığı bir yürüyüş oldu. Mücadeleler ancak sokakta mümkün olabilir ve sokakta yapılmalıdır.
Kadınların her alanda görünmeyen emeği var. Kadın sistemde belirli toplumsal kodların içine mi hapsedilmek isteniyor? Kadınlara yönelik uygulamalara baktığımızda topluma nasıl bir yansımasını görüyoruz?
Aslında meseleye çok daha radikal bakmak gerekiyor. Çünkü her şey eril! Yani dilden yaşam koşullarına, şakalara, edebiyata, şiire, güzel sanatlara, teknolojiye her şeyin bakış açısı eril bir bakış. Bunun tümden değişmesi lazım. Evet kadınlar toplumun aynasıdır diyoruz ama zaten toplumlar da bu kadar matah bir şey değiller. Biz kendimiz olarak yansıtamadığımız için, o toplumun bir parçası olarak yansıttığımız için hakikaten toplumu yansıtıyoruz, kendimizi değil. Aynada yansıyan asıl biz değiliz, çarpık toplum oluyor. Toplumsal dönüşümü başarabilmek için bütün hareketlerin birbiriyle mutlaka bir arada olması gerektiğini düşünüyorum. Kadın hareketi de bunlardan bir tanesi, tabi ki de biz kadın olduğumuz için özgün mücadelemizle ayrıca bize ait o mücadele ve dinamiği.
Kadınlar kendi özgün varlık mücadelesi içinde bir tarafıyla da özgürlük mücadelesinin savunucu olarak var olmayı sürdürüyor. Bu aynı zamanda da kadınlar toplum düzenini, toplum dilini, dengelerini değiştiriyorken ve farkındalık yaratıyorken hedef mi oluyor?
E kaçınılmaz o! Evet öyle oluyor. Bir yandan sınıfsal mücadele verirken, bir yandan kadın olma mücadelesi verdiğiniz zaman işler çok zorlaşıyor ve karmaşık hale geliyor. Ama hayatın kendisi bir mücadele her açıdan. Dolayısıyla siz kadın mücadelesini yaparken diğer yaptığınız mücadele örneğin: anti-kapitalist mücadele de kapitalist sisteme karşı bir mücadele veriyorsunuz. O sistem çok eril bir sistem. Öte yandan da onun içinde kendini feminist olarak ifade eden de bir sürü kadın var. Yani o çelişki bir yandan olumlu, bir yandan olumsuz. Hep şunu söylüyorum. Bu Marksizm’den geriye kalıcı olan diyalektik. Mutlaka olumlu bir şeyin olumsuz bir tarafı da var. Dolayısıyla o mücadeleler çok karmaşık ve bana sorarsanız heyecan verici.
Bu kapitalist modernitenin mücadelesi mi?
Onsuz da olmuyor. Anti-kapitalist olmak zorundasınız. Irkçılığa karşı olmak zorundasınız. Her türlü ayrımcılığa karşı olmak zorundasınız ki toplumsal dönüşümü sağlayabilelim. Yani tek bir alanda kendi yapacağınız aidiyetiniz olan yerden yaptığınız mücadeleden vazgeçmeden diğer mücadele gruplarıyla da dirsek temasında olmak lazım. Dünyayı değiştirmek kolay değil.
Dünyada sistemleri değiştirmek kolay değil. Kadınların özgürlüğü dünyada da o kadar kolay olmuyor ama kadınlar başarıyor değil mi?
Tabi. Kadın mücadelesi dünyanın her yerinde. İsveç! İskandinav ülkelerinden söz edelim. Oradaki dizilerde görüyoruz kadınların halen deli gibi nasıl mücadele ettiklerini, ayrımcılığa karşı nasıl tepki gösterdiklerini. Erkek dünyasının halen ne kadar Türk erkekleri gibi davrandığını görüyoruz. Diyoruz ki “a burada olur mu bu” ama bir yanıyla da hayran olduğumuz kazanımları da var.
Erillik ve erkeklik hiçbir yerde değişmiyor, batı da olsa aynı mı?
Her sınıftan, her ülkeden, her ırktan erkeklik diye bir şey var. İşin fenası erkeklik sadece erkeklere mahsus bir şey de değil. Biz kadınların içinde de görüyoruz. Dünyanın her yerinde ne kadar erkek diliyle, erkek haliyle var olduklarını. Kadınlar erkeklerden çok, kadınlık-erkeklik kullanıyorum ben. Çünkü hakikaten kendiyle hesaplaşan bir sürü erkek grupları da var. Kendilerinde o “pislik” erkeklikten vazgeçmek için mücadele eden çok erkek tanıyorum. Benim tanımamın dışında da var zaten. Şahsen en gıcık olduğum şey erkeklerin “biz sizdeniz” deyip akıl vermeye kalkmaları.
Bu hayatın her alanında hakim değil mi?
Her dakika, her zaman var. Hele de 8 Mart’ta diyorum ki: hiç olmazsa senede bir kere susun! Destek olmayın, köstek olmayın, hiçbir şey yapmayın! Durun bir gün, susun! Çünkü konuştuğunuz günlerin sonunda dünyanın halini görüyoruz zaten. Sizin bakış açınız, mantığınız ve aklınızla dünya bu vaziyette zaten, erkeklik bu!
Erkeklik, erkek dili, erkek şiddeti bunların hepsi son zamanlardaki dizilerde çok bariz gösteriliyor. Bu diziler evlere giriyor… Amaç kadını mı sindirmek?
Aslına bakarsanız bu hikayeyi anlatanın niyetine göre değişiyor. Yani bir yandan hani var ya, “o ona tokat atmış ama nedenine bakalım.” Hangi nedeni? Herhangi bir nedenden kimse kimseye tokat atamaz. Bir erkek bir kadına hiç atamaz. Çocuğa asla kimse yapamaz. Bu şiddetler kendini üstün görüp, daha kendinden aşağı gördüğü, daha zayıf gördüğüne kullanılan şiddet, zaten dünyanın düzeni. Dolayısıyla itiraz edenin bakış açısıyla yapılmış filmler, diziler, kitaplar ayrı bir şey, bunun doğru olduğunu ve iyi olduğunu, kadını sindirmeye yönelik olduğunu düşünenlerin yaptığı işler ortada.
Şiddet bu diziler ya da filmlerle normalleştiriliyor mu?
O artık biraz zor gibi geliyor bana. Eski Yeşilcam filmlerine bakın Yılmaz Güney de dahil olmak üzere. Buradan çok da sevdiğim, bir sürü yanına hayran da olduğum bir kardeşim ama dövmediği kadın yok hem hayatta hem de filmlerde. Hayatta her kadını dövmedi kuşkusuz ama kadınlara şiddet uyguladığını da biliyoruz. Filmlerde de mutlaka edilgen kadınlar. Yılmaz Güney’i örnek verdim ama sinemada şöyle bir şey var: Yılmaz Güney’in dışında da tacizler, şiddet normaldi zaten. Biz de, benim kuşağımda geçmişte erkeklerin sözü dinlenir düsturuyla büyütüldük. O bakış açısı bize o filmlerde o işleri normal gösteriyordu. Şimdi normalize olmak zor.
Toplumsal kodlar, feodalite, ataerkil toplum ve öncelikle kadının kendini var edebilmesinin yolu aileye, aile bireylerine, tabuları yıkarak kendi değişim dönüşümüyle sağlıyor. O dönem zordu, şimdiyle aradaki fark nedir?
Ben size söyleyeyim, 80’lere kadar çok çok azdı. İlerici Kadınlar Derneği vardı biliyorsunuz ama feminist bir grup değildi. Sol politik bir gruptu. 80’den sonraki ilk politik hareket feminizm oldu. İlk ve muhalefet feminizm geldi. Ataerkillik, feodal düzene karşı Kürt kadınlarına bakın. Kürt kadınları erkekliğin zirve yapmış olduğu yerde müthiş bir başarı gösterdi. Değişim dönüşümü yarattı. İnanılmaz! Hayranlıkla karşılıyoruz elbette. Şimdi buna bakıldığında geri dönüş olabilir mi? Mümkün değil. Bu hepimiz için ileriye dönük bir güç ve başarıdır. Çok ciddi bir kazanım var ve bu daha da güçlenerek devam ediyor.
Bu mücadelede kadın hareketi ve kadın örgütleri, kadınların sorunlarını ortaklaştırıp bir arada daha güçlü ses çıkarıyor. Ama artan şiddet cezasızlıkla tırmandırılmıyor mu? Şiddet meşrulaştırılıyor mu?
Aynen öyle. Bakın bu İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmasına gösterilen karşı tepki ve bizim tepkimiz “bu uygulansın” diye bastırmamız, direnmemiz önemli. Çünkü İstanbul Sözleşmesi’nin gerçekten uygulanması çok önemli. Şimdi yeni anayasa deniyor ya. Bakıyorum neler olacakmış diye, e peki bu olacaksa şunu mu itiraf ediyor devlet, “biz bunları uygulamıyorduk, yapmıyorduk” -ki öyleydi yapmıyorlardı- şimdi ama yapacağız. Bunu söylemek yapmadıklarının itirafı bence. İstanbul Sözleşmesi zaten imzalanmış. Türkiye ilk imzalayanlardan. Uygulanıyor mu? Hayır! Hiçbir zaman bitmeyecek mücadeleler bunlar.
Zaman zaman kadın örgütlenmeleri arasında ayrışmalar mı oluyor; eleştirileri olsa da temel mesele kadın sorunları üzerinden ortaklaşma hali… Bu örgütlülüğün güçlenmesi erkek sistemi korkutuyor mu?
Şimdi mesele erkekleri korkutmak diye düşünmüyorum. Benim açımdan mesele iktidarı ele geçirmek değil iktidarsız bir dünya yaratmak hedefi. Yani aynı şeyleri bu eril dilden kadın diline çevirin, aynı sistemleri kadınların yapıyor olmasıyla erkeklerin yapıyor olması arasında çok büyük bir fark olduğunu sanmıyorum. Yani biz kadın başbakan da gördük. Hayatımızın en kabus günlerini yaşadık. Kadınların iktidar olması, iktidarı kapması diye bir şey yok, bir hedefi yok benim gözümde. Önemli olan onu neye dönüştürüp de orada var olmak meselesi. Bunu ha erkekler yapmış, ha kadınlar yapmış hiçbir şey fark etmez ki, önemli olan o sistemi başka bir şeye dönüştürebilmek. Gerçekten kadın diline, kadın bakışına, kadın tavrına dönüştürebilmek. Şiddeti, kaba şiddeti, psikolojik şiddeti reddeden bir dünya yaratmak. Sömürüyü, ezmeyi yok eden bir dünya yaratmak. Irkçılığı, şovenizmi, doğayı yok edenleri, hayvanlara, diğer canlılarla işkence eden zihniyeti yok etmek lazım. Yoksa hala ava çıkan adamların fotoğraflarını gördükçe hakikaten benim de içimde şiddet uyanıyor.
Bazı kadınlar da eril dille konuşuyor dediniz. AKP Grup Başkan Vekili Özlem Zengin’in çıplak arama ile ilgili sözleri var. Sosyal medyada kadınlar cinsel saldırıya daha mı çok uğruyor?
Öyle oluyor. Helikopterden atılan iki köylü vardı. Atanlara hiçbir şey yapmadılar. Haberi yapanlar cezalandırıldı. Şimdi böyle bir sistem olduğu zaman sistemin kendisi bu ama. Böyle bir laf etmek korkunç. İffetli-iffetsiz. Bunlar ne biçim laflar! Çok çirkin. İşte erkek söylemi. Cinselliğini aşağılamak. Kimdir bu iffetsiz kadın? Gönlünce hayatını mutlu mutlu yaşayan kadınlar mı iffetsiz? Sinirden hiçbir şey yapmadan evine kapanmış, asabiyetten kıvranan kadınlar mı iffetsiz? Sosyal medya bir açıdan çok iyi bir alan oldu haberleşme açısından. Öte yandan tabi ki gerçekten çöplük. O kadar kötü şeyler yazılıyor ki. En baştan en tepede olduğunu varsayanlardan başlayarak, o kadar çirkin bir tavır yerleşti ki, herkes kendini Cumhurbaşkanı zannediyor, her erkek Cumhurbaşkanı gibi davranmaya özeniyor.
E iyi bir örnek olduğunu söyleyemeyiz:) Örneklerimizin en iyisi cumhurbaşkanımızdır? Diyemiyoruz maalesef. Bir de insan hakları reformu gündemde. Hak ve insan temelli baktığınızda ne görüyorsunuz?
İnsan haklarını biz yapacağız, hazırlıyoruz diyorlar. Neyi hazırlıyorlar, ülkenin hali ortada. 18 yıldır aynı şekilde yönetilen bir Türkiye var ve o gün doğanların bugün bildikleri başka bir şey yok. Daha elim ve vahim olarak sanki geçmişteki bazı başbakanlar çok şahaneymiş gibi onlara övgüler yağdırıyorlar. Mesela Süleyman Demirel’e övgü yağdırılmasını, demokrasi havarisi gibi gösterilmesini kınıyorum yahu! O kadar insanın öldürülmesine göz yummuş, büyük bir mutlulukla Denizlerin idamına el kaldırmış adamı bir takım kendisini solcu olarak niteleyen insanların demokrasi havarisi gibi göstermesini anlayamıyorum. Anlamayacağım da.
En güçlü iradeyi alanlarda, sokaklarda kadınlar gösteriyor. Baskı ve şiddete karşı sindirme politikaları ve hedef göstermelere kadar. Umut kadınlar mı?
Tabii umutluyuz. Kadın hareketini çok çok önemli buluyorum. Bir kadın olduğum için, iki görünüş ve objektif baktığınız zaman da kadınlar çok önemli, kadınların hareketi çok önemli. Dünyayı değiştirip dönüştürecek olan da kadınlar. Kadın hareketlerinde o kadar farklı dinamikler var ki, cıvıl cıvıl. Yeni kuşak müthiş! Beni bile kendime getiriyorlar. Yaptıklarını, cüretlerini, o yürekli hallerine bayılıyorum. Hayat çok hızla değişiyor. Bizim yenilik ve devrimcilik -tırnak içinde- sandığımız bir sürü şey çok geride, çok eskimiş, çok köhnemiş kaldı. Hayatı yakalamak için gençlere bakmak lazım.
Dertlerimiz hepimizin olursa… Deniz Türkali’nin derdi nedir?
Saymakla bitmez! Vallahi her türlü şiddet benim derdim. Kapitalizm benim derdim. Militarizm benim derdim. Şovenizm, ırkçılık benim derdim. Her türlü ayrımcılık benim derdim. Bütün canlılara, dünyayı yok etmeye yönelik her türlü tavır benim derdim. Yok etmek yerine yaşatmak, yeşertmek, yenilemek, kahkaha atmayı ihmal etmemek benim derdim. Çok çok derdim var. Bu dertlerimiz ne kadar çok hepimizin olursa o kadar çok güçlü oluruz. Ve tabi umudu hiçbir zaman yitirmemek lazım. Ama aptal bir umuttan söz etmiyorum. “Aman her şey iyi olur ya” demiyorum. Hareket edelim, kımıldayalım, bir şey yapmaya çalışalım ki umut etmeye de hakkımız olsun.