Cezaevlerinde binlerce insan Öcalan’ın üzerindeki tecridin kalkması için açlık grevinde. Cezaevleri ve tecrit nedir, nasıl ortaya çıktı? 22 yıldır tecrit altında tutulan Öcalan’ın ekonomi ve ekoloji üzerine düşünceleri nelerdir?
Yusuf Gürsucu
Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı kitabının girişinde, ‘suçlu’ Dariens hakkında verilmiş olan ölüm cezasının 2 Mart 1757’de Paris Kilisesi’nin ana kapısı önünde vücudunun parçalanması suretiyle nasıl yok edildiğini aktarır. Verilen cezanın halkın gözü önünde gerçekleştirilmesi, halka sınırlarınızı aşmayın siz de aynı şeyle karşılaşırsınız anlamında bir ibret sahnesi olarak sunulmaktadır. Aynı ibretlik sahneler farklı boyutlarda olsa da yaşamın ‘özgür’ alanlarında da yaşanmaya devam ediliyor. Hapishaneler ise tecrit pratiğinin en ağır biçimlerinin uygulandığı yerler.
İlk hapishane
Geçmişte yani hapishanelerin henüz ortaya çıkmadığı dönemde ‘suçlu’ olarak ilan edilen insanlar ölüm cezalarıyla infaz ediliyordu. İlk hapishane 16. yüzyılda Amsterdam’da kurulmuştu. Amsterdam’da hapishane uygulamasının başlamasına neden olan şey, bir yargıcın 16 yaşındaki bir çocuğu ölüme göndermeyi vicdanına kabul ettirememesi nedeniyle tek kişilik tecritle cezalandırılmasına karar vermiş olmasıydı. Bu ceza tarihte ilk tecrit cezasının uygulamaya koyulduğu bir ceza olarak kayıtlara geçti.
Angola Üçlüsü
ABD’nin Louisiana eyaleti cezaevinde üç hükümlü 40 yıl boyunca tecrit koşullarında tutulmuştu. Bu hükümlülerden biri olan Robert King, 29 yıl boyunca günün en az 23 saatini altı metrekareden daha küçük bir hücrede geçirdi. Cezaevinin kurulu bulunduğu topraklara yıllar önce Afrika’dan getirilen kölelerin çalıştırıldığı bir bölge olması nedeniyle ‘Angola’ adı verilmiş. ‘Angola Üçlüsü’ olarak da nitelenen üç hükümlü, uzun yıllar süren uluslararası adalet kampanyasının odağı olmuştu. Üçünün aldığı tecrit cezasının toplamı 100 yılı bulurken, üçü de işlemedikleri bir suçtan ötürü hüküm giymişlerdi. King tahliyesi sonrası durumunu, “Batağa batıp da kokmadan çıkmak mümkün değil” sözleriyle tanımlıyordu.
Ada hapishaneleri
Dünyada birçok ada hapishane olarak uzun yıllar kullanıldı. Marsilya’daki meşhur İF Adası’na 1634’ten 19. yüzyıl sonlarına kadar dinsel ve politik suçlular hapsedilmişti. Bir diğer politik ‘suçluların’ tutulduğu meşhur ada ise G. Afrika’da bulunan Robben ya da diğer adıyla Fok Adası’ydı. Bu adada Nelson Mandela 17 yıl, yoldaşı Ebrahim İsmail ise toplam 18 yıl esir tutuldu. Mandela 1960’larda başladığı özgürlük mücadelesi için, “Mücadele benim hayatımdır. Hayatımın sonuna kadar siyahların bağımsızlığı için mücadele edeceğim” sözleriyle halkı için büyük bir önder olarak yaşadı. Ebrahim ise hapishane sürecini şu cümlelerle aktarıyordu: “Bizi kurban etmek istediler ama yapamadılar. Bizi demoralize etmek istediler ama başaramadılar. Moralimiz sürekli yüksekti.”
‘Hukuki kara delik’
ABD’nin ‘terörle savaş’ bahanesiyle dünyanın birçok yerinden kaçırılarak getirilen ve El-Kaide, Taliban vb. cihatçılar olduğu iddia edilen insanlar, ABD’nin Küba’dan fiili olarak işgal ettiği Guantanamo Adası’na toplandı. Bu kişiler, ABD’nin kararıyla ‘terörist’ kabul edilerek orada tutulurlarken, mahkemeye çıkarılmadıkları gibi avukatlarla ve aileleriyle görüşme hakları da yoktu. İngiltere Temyiz Mahkemesi, Guantanamo’da hapsedilen İngiliz yurttaşı olan Ferroz Abbasi için açılan bir davada, kişinin ‘hukuki bir kara delikte’ keyfi biçimde hapsedildiğine karar vermişti. Bugün İmralı Adası’nda tutulan Öcalan’ın hukuki hakları özel izinlere bağlanırken uzun süredir ada için ‘hukuki kara delik’ ifadesi kullanıldığını da hatırlatalım.
İmralı Adası
1935 yılında İmralı Adası’nda bulunan bir kilisenin duvarları onarılıp eksikleri tamamlanarak koğuşa çevrilmesiyle İmralı Cezaevi kurulmuştu. İmralı Cezaevi’nin ilk siyasi mahkûmları arasında Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan vardı ve darbeciler tarafından verilen idam cezası da İmralı’da infaz edildi. Adanın diğer tanınmış isimleri ise Yılmaz Güney, Ressam İbrahim Balaban ve Rum Ressam Angulos Stafonodis’ti. 1999’da ise uluslararası komplo ile Türkiye’ye teslim edilen PKK Lideri Abdullah Öcalan buraya nakledildi. Öcalan, İmralı’ya getirilmeden önce adada 247 mahkûm bulunuyordu. Öcalan’ın adaya sevkinden önce tüm mahkûmlar farklı cezaevlerine nakledildi ve 2009 yılına kadar Öcalan, İmralı Adası’nda tek mahkûm olarak tutuldu. Bu durum dünya kamuoyunda dikkatleri çekmeye başlaması üzerine 2009 yılında 8 siyasi mahkûm daha adaya getirildi.
1999 komplosu
Öcalan’ın 1999 yılından 2009 yılına kadar koca İmralı’da tek başına tecrit altında tutulmasının nedeni tüm yurttaşlarca merak ediliyordu. Bu meraka çok farklı yönleriyle yanıt bulmak elbette mümkün. Ancak biz Öcalan kimdir ve düşünceleri nelerdir? sorusuna yanıt arayarak bu yanıtlar üzerinden bunu anlamaya çalışacağız. Öncelikle İmralı Cezaevi 1999 yılından sonra bildiğimiz anlamda bir infaz kurumu olmadığını belirtmek gerekiyor. İmralı dünyada bir benzeri olmayan istisna bir biçimde tek kişilik tecrit hapishanesine dönüştürülmüş durumda. İmralı, hiçbir hukuka uymayan ve hukukun tamamen askıya alındığı bir yer olarak varlığını halen sürdürüyor. Ada çevresi ve hava sahası kilometrelerce yasak bölge ilan edilip işaretlenirken, Türkiye’de benzer biçimde tecrit edilmiş herhangi bir yerin olmayışı dikkat çekiyor.
Ulus-devlet
Türkiye’nin okullarında öğretilen tarihin gerçeklere dayanmadığı, ulus-devlet oluşumuyla birlikte eğitime yerleştirilen tarih yazımında aynı coğrafyada yaşayan ulusların yok sayıldığını, asimilasyona, soykırıma ve katliamlara uğradıklarını belirleyen birçok tarihçi bulunuyor. Resmi tarihi eleştiren tarihçiler, kökleri Türkiye coğrafyası olan ancak bugün sayıları gittikçe azaltılmış Ermeni ve Rum kökenli yurttaşlardan kalan çok az sayıdaki insan azınlık olarak işaretlenirken, milyonlarca Kürt ise yok sayılmaktadır. Bu yok sayılma ve Cumhuriyet’ten bu yana uygulana gelen asimilasyon politikalarına karşın dilini ve destanlarını unutmayan, yaşadıkları coğrafyayı terk etmeyen Kürtler halen halk olma haklarını kullanabilmek adına mücadele yürütürken büyük baskılar, ölümler, sürgünler ve hapishanelerle yüz yüze bir yaşam sürüyorlar.
Resmi tarih!
İşte böyle bir gerçekliğin içinden doğmuş ve üniversite eğitimi yıllarında yoğunlaşan devrim ve sosyalizm mücadelesinden etkilenerek, bu bağlamda Kürt halkının özgürlük mücadelesine önderlik eden ve Türkiye dışında 3 ülkeye bölünmüş Kürtlerin büyük saygınlık duyduğu, bir işaretiyle milyonlarca insanı harekete geçirebilme gücü, Öcalan’ı İmralı’da tek kişilik tecride taşımıştır. Resmi tarih ve ideolojiden etkilenen çok sayıda insanın düşman olarak gördüğü Öcalan, Kürt halkının biricik evladı olarak anılmaktadır. Türkiye coğrafyasında onu sevenler kadar düşman belleyenler de var. Bir devlet coğrafyasında yaşayan insanların büyük çoğunluğu resmi ideolojinin savunucusu durumundadır. Bu durumdan biraz sıyrılıp Öcalan’ın düşüncelerini anlamaya çalışmak sanırım önemli. Bu yazının amacı da Öcalan’ın yazdıkları üzerinden politik anlamda çizdiği çerçeveyi anlamaya çalışmak.
Burjuva ekonomi politiği
Kapitalist ekonomiyi ayakta tutan ancak halkları sefalete sürükleyen politikaların başında değişim değeri önemli bir yer tutar. Öcalan üretilen emtia her ne ise değişim değeri üzerinden değerlenmesine karşıdır. Öcalan, ekonomik alana ilişkin olarak, metalaşma ve kâra dayalı ekonomiden, kullanım değerine ve paylaşmaya dayalı ekonomiye geçişi savunmaktadır. Ekonominin değişim değeri üzerinden sürdürülmesi sonucu sadece toplumlar değil, doğanın da tahrip edildiğini belirtir. Öcalan, burjuva ekonomi politiği durdurulamazsa, varacağı yerin gerçek bir cehennem olacağını belirtir. Küreselleşme politikaları sürecinde, tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplumsal sınıfın bu denli kâr, değer kazanmadığını ve toplumun yozlaşmasının en başta gelen nedeni olarak ekonominin vardığı finans düzeyini işaretler.
Sosyalist ekonomi
Öcalan, toplumların alamadığı ve dolayısıyla tüketmediği sözde bollukla birlikte, korkunç boyutlara varmış yoksulluk ve açlık sınırı altında yaşama zorlanan insanlığın bu ekonomi politik ile daha fazla yaşayamayacağını söyler. Bu noktada sosyalizmin önemine dikkat çeker. Öcalan sosyalizmi; kullanım değeri için toplumsal üretim yapılan, kârı esas alan üretimden paylaşımı esas alan üretime geçiş olarak tanımlar. Sosyalist ekonomi politikası uygulandığında işsizlik, bolluk içinde yoksulluk, aşırı üretimin yanında açlık, kâr ile birlikte doğa tahribinin bir kader olmaktan çıkacağını belirtmektedir. Öcalan; enerjinin, suyun, toprağın ve havanın metalaştırılamayacağını, yaşamın en temel elementleri olan bu 4 yaşamsal değerin toplumsal yarar dışında hiçbir şey için feda edilemeyeceğini söyler.
Devlet anlayışı!
Öcalan ulus-devlet yapılarına karşıdır. Ona göre ulusların kendi kaderini tayin hakkı bağlamında ayrılmak ve bağımsız bir ulus-devlet talep etmek, çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet demektir. Kürtler için yeni bir ulus-devlet inşa etmenin, var olan ulus-devletler sistemine ve dolaysız olarak da kapitalist, erkek egemen ve doğa düşmanı bir sisteme eklemlenmek anlamına geleceğine işaret eder. Uzun yıllardır Türkiye’nin en önemli gündemi olan Kürt sorununun çözümünü, mevcut milliyetçi modellerin dışında radikal bir demokratikleşme mücadelesine bağlar. Ona göre böyle bir çözüm yolu hem daha gerçekçi hem de uygulanabilir niteliktedir. Kapitalist moderniteyi ulus-devlet ve sanayicilik olarak gören Öcalan, alternatif bir model olarak “demokratik modernite”yi önerir. Demokratik moderniteyi üç eksene oturtan Öcalan, bu eksenleri şöyle tasavvur eder; Ahlaki-Politik Toplum (Demokratik Toplum), Eko-Endüstriyalizm (Komün Ekonomisi) ve Demokratik Konfederalizm.