Cannes’ın en prestijli ödülünü “Parasite”den bir festival sonra yeniden benzer bir sınıfsal konuyu işleyen filme vermesi bu konulara yaklaşımını gösteriyor. Bu anlamda zengin ve fakir arasındaki farkın adaletsizliği ve sınıf çatışmasının meşruiyeti sinemaseverler tarafından bir kez daha tanınmış oluyor
Nehir Arslan / CANNES
Bu yıl 75’incisi gerçekleşen Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye, İsveçli yönetmen Ruben Östlund’un “Triangle of Sadness” (Hüzün Üçgeni) filmine verildi. Böylelikle, 2017 senesinde “Kare” filmiyle de aynı ödülü kazanmış olan yönetmen, iki Altın Palmiye’ye sahip nadir yönetmenlerin arasına girmeyi başardı. Başrollerinde Harris Dickinson, Charlbi Dean Kriek ve Woody Harrelson gibi isimlerin bulunduğu film ultra-zenginlerle dolu bir gemide tatil sırasında ve sonrasında yaşananlara odaklanıp sınıfsal farklılıklar üzerinde durarak zenginlerle alay ediyor. Bu yönüyle seyirciye sadece küçük çaplı kahkahalar attırmayı değil, neredeyse elle tutulur bir duygu bütünlüğü yaratarak tüm salonu gülme krizlerine sokmayı da başarıyor. Film sırasında tepkisini belli etmekten çekinmeyen, beğenmediği bir filmle karşılaştığında yüksek sesli huzursuzluk nidalarıyla salondan çıkmaktan da geri durmayan Cannes Film Festivali seyircisinin bu yılın Altın Palmiye ödüllü filmine reaksiyonu topyekûn bir kahkaha tufanı oldu. Bu noktada Östlund’un ödül alırken söylediği “Sinemanın eşsizliği hep birlikte izlemekte yatar” sözleri de daha büyük bir anlam kazanıyor.
Ultra-zenginlerin mide bulantısı
Film, kapitalizm ve tüketim kültüründen yararlanıp bu düzenin içinde büyüyen biri geleneksel diğeri yeni olmak üzere iki tip “zengin”i hedef alıyor: Doğru zamanda doğru yerde bulunan yaşlı tüccarlar ve yaşamın çarpık yansımasını bedava konaklamaya çevirebilen genç ve güzel influencerlar. Filmin ilk kısmında, paranın verdiği gücün, hem gemide güneşin ve lüksün tadını çıkaran zenginler hem de kendini hizmete adamış çalışanlar tarafından kanıksandığına şahit oluyoruz. Daha en baştan çalışanlar ve zenginler arasındaki ilişki basit bir hizmet akdininin sınırlarını aşan bir köle-efendi ilişkisi olarak kuruluyor. Öyle ki, çalışanların ne zaman su kaydırağından kayıp “mutlu” olacağına bile zenginler karar veriyor. Başka bir deyişle Östlund fakirlere, zenginlerin arzusu dışında mutsuz olma hakkının bile tanınmadığını seyircinin yüzüne çarpıyor. İki sınıf arasında kurulan bu ilişkide, zenginlerin bitmek bilmeyen anlamsız taleplerine karşılık gemi çalışanları yüzlerine yerleştirdikleri kocaman gülümsemelerle, sağladıkları konforun devamlılığı ve kalitesinden emin olmak için her zaman tetikte olmak zorunda hissediyor. Ancak filmin ilk kısmından sonra gemide çıkan bazı sorunlarla işlerin rengi değişmeye başlıyor. Östlund, önce bize koca bir denizin ortasında sallanırken usta şeflerin elinden çıkmış çok pahalı bazı yemeklerin bile mide bulantısına iyi gelemeyebileceğini hatırlatıyor. Gemi ekibinin “yemek yemek deniz tutmasına iyi gelir” telkinlerine rağmen, maalesef ne altın rendesine bulanmış havyar ne de Fransa’nın eşsiz bağlarından toplanan üzümlerle fermente edilmiş Cabarnet Savignon, ultra zenginlerin mide bulantısını geçirmeye yetiyor. Bu noktadan sonra seyirci olarak zengin midelerden dışarı boşalan akşam yemekleri ve patlayan tuvalet giderleri görüntüleri eşliğinde kapitalist bir Rus ve sosyalist bir Amerikalının ideolojik tartışmalarına tanık oluyoruz. Filmin bu anına kadar sadece şık kıyafetlerle gördüğümüz tatilcileri birden kusmuk ve lağım suları içinde yüzerken görmek seyircide şok etkisi yaratırken, söz konusu ideolojik tartışmaların gülünç derecede basitliği de filmin eleştirel yanına hizmet ediyor. Filmin geri kalanında güç dengesi çalışan/köle sıfatından kurtulacak alt sınıf lehine değişmeye devam ederken, artık paranın geçerli olmadığı bir evrene tanık oluyoruz.
Komedinin sessiz ve gürültülü hali
İsveçli yönetmen önceki filmlerinde yaptığı gibi, “Hüzün Üçgeni’nde de filmin ritmiyle istediği gibi oynamaktan çekinmiyor ve bize mizahın farklı versiyonlarının içinde nasıl özgürce dolaşıp derinlerine girebildiğini bir kez daha kanıtlıyor. Bu anlamda yönetmen, insan ilişkilerinin normalde konuşulması tat kaçırabilecek küçük ama rahatsız edici detaylarını deşip huzursuz sessizliklerle ördüğü sahnelerde kısık sesli bir mizahı tercih ederken, bazı sahnelerde de sinir krizleri, kaos ve içinden çıkılmaz sorunların art arda geldiği vodvilvari mizahı kendine özgü bir biçimde yorumluyor. Bu anlamda, komedinin içinde de tek bir prototipe tutunmayıp seyirciyi mizahın farklı sularında dolaştırmayı başarıyor.
Sınıf savaşı dışında savaş yok
“Hüzün Üçgeni”, 72. Cannes Film Festivali’nin Altın Palmiye ödüllü filmi “Parasite” ile de sınıf farklılıklarına odaklanması bakımından bazı benzerlikler gösteriyor. Cannes’ın en prestijli ödülünü bir festival arayla yeniden benzer bir sınıfsal konuyu işleyen filme vermesi de festivalin bu konulara yaklaşımını gösteriyor. Bu anlamda zengin ve fakir arasındaki farkın yerleşmiş adaletsizliği ve sınıf çatışmasının meşruiyeti sinemaseverler tarafından bir kez daha tanınmış oluyor.