İspanya İç Şavaşı, Japonya’nın Çin’i işgale başlaması, Musolini’nin Etiyopya’yı işgali, Avusturya’nın ilhakı, Çekoslovakya’nın Hitler’in dişlerine teslim edilmesi gibi, büyük 2. Dünya Savaşı depreminin ön sarsıntıları idi.
Bu dönemin kapma hamlelerinde Türkiye de yer alacaktı. Bu da kendini Dersim’in fethi ve İskenderun Sancağı’nın ilhakı ile kendini dışa vuracaktı. TC’nin kuruluşunu sağlayan, kalkınma planları ile sanayi gelişiminin önünü açan Sovyet-TC dostluğu, artık buzdolabına konulmuştu iki taraflı olarak. Herkes yaklaştığı hissedilen fırtınada kendini güven altına almaya çalışıyordu. Yıldırım savaşları birçok ülkede daha savaşmadan teslim olma ruh hali yaratmıştı.
Aslında Nazi Almanyası, teslim olan Fransa gibi İngiltere’nin de en azından bir ateşkese razı olacağı beklentisi içindeydi. Ve bu fikri destekleyen politikacılar yanında, kraliyet ailesi mensupları da vardı. Japonya baskın yapmasa ABD’nin de bu savaşa bulaşma niyeti yoktu. Nazi Almanyası ile Sovyetler Birliği birbirinin can düşmanı iki ülke idi. Beklenen Nazilerin Almanya’ya saldırması iken, 1939 yazında birden gündeme Sovyet-Nazi Paktı düşüverdi.
Bu dünya komünist hareketi içinde bir şok olacaktı. Fransa’da Paul Nizan gibi yazarların FKP’den kopmasının nedenlerinden biri de buydu. Bu arada şöyle bir yorum geliştirildi: Bu emperyalist devletler arası bir savaştır, karışmayalım. O dönemin gözde anlaşmaları sözde saldırmazlık paktları idi. Falanjist İspanya, faşist İtalya ve Nazi Almanyası arasında 1 Nisan’da İspanyol Cumhuriyetçilerinin kesin olarak yenilmesi sonrasında 22 Mayıs 1939’da Çelik Pakt imzalanacaktı.
Daha Nazi Almanyası militarist Japonya ile 25 Kasım 1936’da Anti Komintern Paktı imzalamıştı. 27 Eylül 1940’da bu Faşist İtalya’nın da katılımı ile Üç Güç Paktı’na dönüştü. Bu aslında Japonya’nın 7 Aralık 1941 Pearl Harbour Saldırısı’nın ön sinyali idi. Dünyanın o zamanki egemen emperyal gücü İngiltere (şimdiki ABD’nin rolüydü bir anlamda), Nazi Almanyası’nın yükselişi karşısında teslimiyetçi bir politika izleyerek 1938’de Çekoslovakya Cumhuriyeti’ni satmıştı. Sözde sadece Süet bölgesini alacakken, Hitler bütün Çekoslovakya’yı işgal ettiği gibi Avusturya’yı da iltihak ediverdi.
Franco 1936 yılında İspanya’da İç Savaşı başlatırken, Musolini’de Etiyopya’yı işgale girişiyordu. Ama 1896’da Adwa Savaşı’nı kaybeden İtalyan sömürgeciliği 1941’de nihai yenilgisini yaşayacaktı. Rum, Ermeni farklı milliyetlerden insanlar gelip Etiyopya yanında çarpışacaklardı. Bunlar arasında, 1915’de Seyfo’ya karşı direnişi yönetenlerden Cilo’lu (Jilu) Malik Kambur da vardı (Bk. Sam Parhad, Görevin Ötesinde /Cilolu Malik Kambur’un Öyküsü, Yaba Yayınları 2009). Nazım Hikmet de ünlü kitabı Taranta Babu’ya Mektuplar’ı yazacaktı. İspanya İç Savaşı gibi Etiyopya’nın faşist İtalya’ya direnişi de enternasyonalist bir dayanışma ruhu yaratacaktı. Bu dönemde Haile Selassie, Etiyopya’nın ilk milli marşını, 1915’den sağ kurtulan bir Ermeni müzisyenden isteyecekti. Bu dayanışmanın temelinde biraz da ortak Ortodoks kiliselerden gelmenin de etkisi olduğu söylenebilir. Nazi orduları sonunda gelip Türkiye sınırına dayanmışlardı. Ve ansızın Alman-Türk Saldırmazlık Paktı imzalanmaz mı?
Hemen ertesinde Almanya Sovyetlere karşı Barbarossa harekatını başlattı. Adını Osmanlı donanması amirali Barbaros’tan alması da ilginç bir ayrıntı. Karartma gecelerinin yaşandığı bu günlerde, İnönü bu haberi aldığında, ilk kez o gece rahat uyuyabildim diyecekti. Çatışan taraflar arasında ha bire konum değiştirmeleri, bugünkü Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde de gözlemlenmiyor mu? Yeni bir global genel çatışmanın ilk ön çatışmalarını yaşarken…