Üçüncü Dünya Savaşı’nın etkileri Ortaoğu’da sarmal kaotik bir hal almaktadır. Özellikle cihadist örgütler başta İngiltere, NATO, ABD ve İsrail’den güçlü destekler alarak bu bölgede yaşam alanı buldular. Bu selefi örgütler bir anda ve kendiliğinden ortaya çıkmadılar. Özellikle iki kutuplu dünyada, soğuk savaş döneminde merkezi hegemonik güçlerin bölgedeki yedek gücü olarak konumlandırıldılar. ABD’nin Sovyet Bloku’na karşı oluşturduğu Yeşil Kuşak Projesi’nin sonucu olarak bu coğrafyada konumlandılar ve kalıntıları günümüze kadar etkisini göstermektedir.
Sovyet Bloku’nun dağılmasıyla birlikte meydana gelen bu boşlukta bir dönem hedefsiz kaldılar. Başka bir ifadeyle sonradan kullanmak üzere donduruldular. Bir süreliğine Afganistan’da kullanılır olsalar da tekrar başka bir mekanda kullanılmak üzere bir süreliğine yine sessiz kaldılar. Sessizlikleri ya da “uyuyan hücre” olarak tanımlanmaları sadece alanda savaşmadıkları içindir. Aslında “uyuyan hücre” olarak tanımlandıkları dönemi daha çok enerji aldıkları, uluslararası ilişkileri güçlendirdikleri, birçok merkezi hegemonik güçlerle stratejik planlar yaptıkları dönem olarak adlandırmak daha gerçekçi olur. İlerki süreçlerde yapacakları katliamlarla ilgili yoğunlaştıkları dönem olarak da tanımlanabilir.
2001 İkiz Kule saldırısıyla beraber kendisini besleyen hegemonik güçlere de savaş ilan etmeye başladılar. Uyutulan bu fundamentalist örgütler tekrar kendilerine savaşacakları yeni zeminler yarattılar. Ortadoğu’da koaslar dönemi hiç eksik olmamıştı ama yeni bir söylemle, yeni bir tarzla, tekrar kendine alan yaratmıştı. Arap baharı olarak adlandırılan süreçte toplumsal zeminde yeniden yeniden görünür oldular, adeta kendilerine meşruiyet alanı yarattılar. Ortadoğu’da yeni bir konsept başlamıştı; özgürlük ruhuna karşı gerici bir konsept. Başta Kürtler olmak üzere Êzidî halkına karşı yeni bir soykırım hareketi içerisine girdiler. Bölgedeki tekçi ulus devletler tarafından da desteklenen bu güçler Rojava’da güçlü bir direnişle karşı karşıya kaldılar. DAİŞ çeteleri Kürtlerin ve Enternasyonel dostlarının birlik içerisinde güç olmalarından dolayı durduruldular. Eğer bu çeteler durdurulmamış olsaydı Moğolların Asya ve Doğu Avrupa’da yaptıklarını bunlar Ortadoğu’da yapacaklardı.
Ortadoğu’da yaşanan kaos ve kriz hali derinleşerek devam etmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda bölgenin çok kültürlü realitesi göz önüne alınmadan sınırları çizilen ulus devletler bölge halklarının mevcut sorunlarını çözememiştir. Ortadoğu’da tarihsel süreç içerisinde tüm demokratik hareketler, özgürlük arayışları sürekli bastırılsa da; Hakikat ve özgürlük arayışı hiçbir zaman durdurulmadı. Kadim tarihlerde özgürlük arayışları tanrılar, tanrı krallar, hegemonik güçler tarafından engellenirken, günümüzde bu görevi bölgedeki ulus devletler ve merkezi uygarlık sistemleri yapmaktadır.
Ortadoğu’daki peygamberliksel çıkışlar kendi dönemlerinde, kendini tanrı yerine koyan krallara karşı bir isyandır, özgürlük arayışıdır. Hz.İbrahim’in Nemrut’a, Hz.Musa’nın Firavun’a karşı çıkışı kendini tanrı yerine koyan krallara isyanın ifadesi olarak okunmalıdır. Süreç içerisinde bu hareketler de devletleşerek başlangıçtaki özlerine yabancılaştılar. Başka bir ifadeyle bu dönemin egemen siyaseti ahlaki ve politik toplum özelliklerine bir sapmadır. Nemrutlara, firavunlara, iktidarlaşan dinlere karşı toplumun direniş ve başkaldırısı sürekli devriye halinde olmuştur. Direniş damarları toplumun yeniden özgür yaşam çizgisine dönme arayışıdır. Merkezi uygarlık güçlerinin dayattığı sömürü, talan, gasp, savaş, katliam, katı iktidarsal yapılarına karşı direniş kültürü kendini örgütleyerek gelişmiştir. Bu direniş kültürünü; ahlaki politik toplumun kendini yenilemesi arayışı olarak okuyabiliriz. İktidarlaşan kesim bir taraftan başlangıçtaki özü inkar etme pratikleri geliştirirken, bir taraftan da “öze dönüş” hareketleri sürekli kendini yenilemiştir. Hegemonyanın bu coğrafyada kendi sistemini tutturamamasının temel nedeni budur. Ortadoğu ve Mezopotamya coğrafyası ilklerin serçeşmesidir. Bu kadim topraklar doğal toplum kültürüne dayanan “ana nehir toplumu” çizgisidir. Devlet dışı kalmış ya da devlete rağmen varlığını direnerek korumuş özgür yaşayanların geliştirdiği özgürlük çizgisidir.
“İbrahim burada ateşe atıldı mı? Aleviler sulara, odunlara, balıklara dönüştü mü? Ya da Ayn Zeliha İbrahim’in sevdasından kendini ateşlerde yakmadı mı?”
Günümüzde de bütün baskılara, ateşte yakmalara, uçurumdan atmalara rağmen direnenler yok mudur? Ateşin ve Güneşin çocukları ateşlere atılmıyor mu? Direnerek, ölümsüzleşerek, bu uğurda arayışa girerek ölümsüzlük suyunu arayanların ruhu devriye halinde değil midir? Tanrı Marduk tanrıça Tiamat’ın bedenini ikiye bölmedi mi? İkiye böldü de ne oldu? Tanrıça Tiamat’ın ikiye bölünen bedeninin yarısı gökyüzünü diğer yarısı da yeryüzünü oluşturdu. Göğüslerinde Zagros ve Toros dağları oluştu. Gözlerinde Dicle ve Fırat akmaya başladı. Anahita’nın memelerinde akan sütten ise Munzur Nehri oluşmadı mı?
2010 yılından itibaren Ortadoğu’da halklar mevcut tekçi sisteme karşı bir arayışa girmeye başladıklarında, ulus devletlerin aşılması konusunda bir umut oluştu. Bu süreçte 2011 yılında Suriye halkları da özgürlük ve demokrasiye dayalı bir yaşamı inşa etmek için ayaklanmaya başladılar. İstemleri özgürlük ve demokrasiye yönelik olsa da ulus -devlet zihniyetlerini aşabilecek bir programları ve örgütleme modelleri yoktu.
Rojava’daki demokratik siyaset anlayışı, demokratik ulus bilinci ile farklı inançları, kültürleri, kimlikleri, ulusları bir araya getirdi. Birbirleri ile ikrarlaşarak özgür bir yaşamın eşiğinde birlik meydanında cem oldular. Cihadist, gerici, selefist çetelere karşı “inanç sıçraması” gerçekleşmiştir. Bu “inanç sıçraması” Kuzey ve Doğu Suriye halkları için yaşam delilidir.
Özgür yaşama delil olanlara aşk olsun…