Tarihsel öyküsü bağlamında pek çok halkın kadim yurdu, ortak yaşam alanı olan Ortadoğu, İran-Kürdistan, Anadolu ve Afrika coğrafyaları, emperyalist merkezlerin çıkarları temelinde ve ulus devletler biçiminde tahakküm ve talana açık duruma getirildi. Haritalandırma yapılırken bölgesel ve yerel çelişkileri derinleştirip kalıcı kılarak hem halkları hem de yerel-bölgesel güçleri kendilerine bağımlı duruma düşürerek tahakkümlerini uzun ömürlü kılmak istediler.
Bölgesel çelişki ve gerilikler emperyalist tahakküm ve talanın işini kolaylaştırırken işbirlikçi bölgesel hegomon merkezler bir gözü dönmüşlükle efendilerince de teşvik edilip desteklenen soykırımlara imza atmış, birçok kadim halkı ya yok etmiş, ya da yok oluşun sınırlarına getirmişlerdir. Neticede hâkim ulus motivasyonuyla yaşayan halklar muktedirlerce soykırımcı bir zihniyet ve pratiğe sürüklenip bir zulüm sisteminin toplumsal tabanı durumuna indirgenirken, mazlum halklar ise bu soykırımların doğrudan nesnesi ve mağduru olmuşlardır.
Netice itibarıyla yaşananlar kolektif kayıptır, çoğunun telafisi ise imkânsızdır. Kolektif yararı ve rıza temelli ortak yaşamı esas alan yarınları inşa iradesi ve bilinciyle hareket etmek muktedirler için değilse de tüm halklarımız için bir zorunluluktur.
Sykes-Picot anlaşmasıyla halkların yurdu, ortak vatanları paramparça edilmiş, bu zemin üzerinden de dizginsiz bir düşürme ve sömürü geliştirilmiş, halklar karşıtlaştırılmışsa; rızalaşma temelli bir buluşma kolektif kazanımların kapılarını açacak, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü yarınları mümkün kılacaktır. Hali hazırda ise bunun somut örneği Rojava’dır.
Suriye’deki gelişmeler, emperyalist merkezlerle bölgesel bağlaşıklarının zulüm çizgisiyle, halkların rızalı-ikrarlı birliği üzerinden vücuda gelen ve Rojava pratiğinde somutlaşan demokratik birlik temelli çizgisini daha da görünür kılmıştır. Emperyalistler ve bölgesel hegemon merkezler eliyle örgütlenip Şam’ı ele geçiren katil sürüleri meşrulaştırılmak, Suriye halklarının meşru yönetimi gibi gösterilmek isteniyor. Diktatörlüğün meşru alternatifi bir diğer diktatörlük olamaz.
Bölge halklarının tarihinde bir tarafta sultanlar ve temsil ettikleri hegemonyalar olmuşsa da, diğer tarafta halkları kapsayan toplumcu mücadeleler ve yaşam pratikleri de hep var olmuştur ve bu geleneğin günümüz Suriye’sinde somutlaşan örneği Rojava pratiğidir. Suriye halklarının geleceği insanlık suçları sabit bir zihniyet ve pratiğin sahibi olan, şimdiden yeni katliamlara imza atan Selefi örgütlerde değil, Rojava örneğinde buluşturan, barıştıran, özgürleştirip eşitleştiren kadın özgürlükçü deneyimdedir. Rojava pratiğinin yaşatılması, Suriye genelinde karşılık bulması halkların kolektif görevi olduğu gibi, bölgesel gelecek açısından da yaşamsal önem arz etmektedir.
Türkiye, Suriye ve diğer bölge ülkelerinin iç barışı ancak bölgesel barışla mümkün olabilecektir. Komşu ülkeye diktörlüğü dayatırken kendi ülkende iç barışı inşa edip yaşayabilmek mümkün olamayacaktır. Bu bağlamda, Türkiye’de Kürt barışı üzerinden bir demokratikleşme süreci tartışılırken, Suriye’de Üniter ve Selefist bir rejimi dayatmak, teşvik etmek ya da desteklemek Türkiye iç barışını ve demokratikleşme umudunu da öteleme anlamına gelmektedir. Suriye farklı etnik ve inanç kimliklerinin iç içe yaşadığı bir coğrafyadır ve sadece demokratik, tüm farklılıkların kendini bulduğu ve temsil edildiği bir yönetim biçimiyle huzur ve istikrar bulabilecektir. Suriye halklarının inşa ettiği Rojava modeli ise tüm Suriye için somut bir alternatifi teşkil etmektedir.
Öte yandan adı konulmayan, fakat Kürt halkı tarafından hak teslimi temelinde bir barış süreci olarak anlaşılan, bu yönde gelişmesi arzu ve umut edilen bir süreç yaşanmaktadır. Bu beklentinin çok temkinli bir beklenti olduğunu ve olası barışın Kürt bütününü kapsaması gerektiğini kolektif Kürt algısı olarak gözlemekteyiz. AKP-MHP iktidarıyla birden bire türeyen, akademik ünvanlarıyla ekranlardan zehir kusan, Kürt halkında ve demokratik kamuoyunda hiçbir karşılığı olmayan ve bir nefret diliyle apolitik kitleleri manipüle etmekten başka misyonları olmayan kişilikler olası bir barışa hizmet etmemektedirler. Barış kolektif ihtiyaç ve kararlaşma ise, buna hizmet edecek dil de bir zorunluluktur.
Toplumsal barış, savaşlardan beslenen dar bir zümre dışında geniş toplumsal kesimlerin yararınadır. Halklar ve ezilen toplumsal kesimler barışa sahip çıkmalı ve gereklerini yerine getirmelidirler. Tek tipçi, anti demokratik bir zihniyet ve tahakküm biçimi hakim ulus bireylerini milliyetçilik, dincilik ve cinsiyetçilikle karakterize edip esir alır ve tahakküme, sömürüye açık duruma düşürürken, aynı zamanda ötekileştirilen halklara ve toplumsal kesimlere karşı ise güç devşirilen bir toplumsal taban durumuna indirger ve hakikatte toplumun tamamını düşürüp kullaştırır.
Muktedirlerin niyeti ve samimiyeti sorgulanabilir fakat toplumsal barış, savaş üzerinden geliştirilen gasp ve talanlara dur demek tüm halklarımızın ve ezilen toplumsal kesimlerin ihtiyacıdır. Bu bağlamda yüz yıllardır sistematik şiddete maruz kalan Alevi halklar da dönemin görevlerine sahip çıkarak sürece cevap olmalı, toplumsal sorunları ve ihtiyaçları bağlamında örgütlülüklerini tarihsel-toplumsal hakikatleri üzerinden derinleştirmelidirler. Bugün veya yarın, şartlar ne olursa olsun örgütlü olmayan, toplumsal hakikatine sahip çıkamayan halkların yarını da olamayacaktır.
Aşk ile…