İmralı Paradigması özü itibarıyla son derece açık ve basit bir fikre dayanıyor. Türkler ve Kürtler, Araplar ve Kürtler çok kültürlü, çoğulcu, özgürlükçü, özyönetimci, eşitlikçi, laik ve sosyal bir demokratik cumhuriyet zemininde barış içinde birlikte yaşayabilir
Hasan B. Karabey
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın son mesajı ve özellikle “Sayın Bahçeli’nin ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim” cümlesi yoğun ilgi çekti ve Öcalan’ın “yeni paradigma”dan neyi kast ettiği tartışma konusu oldu.
Öcalan’ın cümlesinde paradigma değişim sürecinin diyalektiğine yönelik gönderme var. Barış yolunda atılan her adım ve hatta İmralı Adası’na doğru yola çıkan her koster objektif olarak yeni paradigmaya “güç veriyor”. Öcalan ince bir üslupla buna işaret ediyor.
Bilindiği üzere “paradigma” bilim felsefecisi Thomas Kuhn’un bilimsel gelişmenin doğasını izah etmek amacıyla kullandığı ve böylece popülerleşen bir kavram.
Paradigma “belirli bir dönemde gerçekliği anlamak ve açıklamak için kullanılan ve genel kabul gören modeller, teoriler ve yöntemler bütünü” anlamına geliyor. Kavram bu yönüyle “teori” ya da “ideoloji”den daha kapsamlı bir muhtevaya sahip. Zıt ideolojiler aynı paradigma zeminini paylaşabiliyor.
Kuhn paradigma değişim süreçlerinin doğası gereği “devrimsel süreçler” olduğunu savunuyor. Önce “verili paradigma” aksamaya başlıyor, bir aşamada yeni bir paradigmanın öncülü olacak tezler şekillenmeye başlıyor, bunu eski ve yeni paradigma arasındaki mücadele takip ediyor, nihayet bir aşamada da eski paradigma ikna ediciliğini kaybediyor ve yeni paradigma “yeni normal” haline geliyor. Kopuş ve sıçrayış bu sürece devrimci bir karakter kazandırıyor.
Kuhn’un modeline benzer ama pek çok yönden daha derinlikli ve siyasi bir modeli İtalyan Marksist Antonio Gramsci kurmuştu.
Gramsci paradigma yerine “weltanschauung” ve “hegemonya” kavramlarını kullanıyordu. Hegelci birinci kavram “dünya görüşü” anlamına geliyor. Ancak belirli bir sınıfın dünya görüşü olarak “ideoloji” kavramından daha geniş bir anlamı var. Toplumda genel kabul gören dünya görüşüne işaret ediyor. “Hegemonya” kavramı da bununla ilgilidir; egemen sınıfların kendi dünya görüşlerini zor ve rıza diyalektiği ile “weltanschauung” haline getirmesini yani topluma kabul ettirmesini ifade ediyor.
Paradigma değişim süreçlerinin hegemonya mücadelesinin keskinleştiği süreçler olarak kavranması ve bu bağlamda Gramsci’nin öne sürdüğü tartışmalar ve geliştirdiği kavramlar ufuk açıcıdır.
Bu açıdan günümüz Türkiyesi’ne bakacak olursak eski ve yeni paradigma arasındaki hegemonya mücadelesinin en sıcak ve belki de mücadelenin kaderini belirleyecek kritik son aşamasında bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Bir aşamada eski paradigmadan (Kemalist Resmi İdeoloji) kopuş ve yeni paradigmaya (Demokratik Cumhuriyet Paradigması) sıçrayış yaşanacaktır ve bu Türkiye’nin yarım kalmış demokratik devriminin tamamlanması anlamına gelecektir.
Kemalizm’i bir tür “anti-paradigma” olarak değerlendirmek mümkün. Kemalist proje meşruiyet kaynağını kapitalist modernitenin “ulus-devlet paradigmasından” almaya çalışır.
Gerçekte ulus-devlet paradigmasının kendisi de evrensel ve tarih üstü tek bir model değildir. Ulus-devletler Batı’nın dünyanın geri kalanını sömürgeleştirmeye başladığı bir tarihsel dönemin yapısı olarak ortaya çıktı. İngiltere ve Hollanda gibi “erken yol alan” ülkelerde sömürgelerden gelen zenginliğin de etkisiyle daha doğal ve aşağıdan bir gelişim süreci yaşandı. Milliyetçilik henüz ortada yoktu ve demokrasiye alan açılabiliyordu. Almanya ve Japonya gibi “geç kalmış” emperyalist ülkeler ise ulus-devletleri yukarıdan aşağıya doğru inşa etmeye çalıştılar.
Milliyetçilik modasına kapılan sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin aydınları ve yönetici sınıfları ise Batı’yı yakalamanın yolunun onu taklit etmek olduğu yanılgısına düştüler. Taklitçi ulus-devlet inşası Türkiye örneğinde olduğu gibi inkar, imha ve zorla asimilasyon siyasetine dayanan “ceberrut devlet” olarak somutlandı.
Cumhuriyet tarihi boyunca birbirini izleyen Kürt isyanları Kemalist paradigmanın zayıflığını ortaya koyuyordu ve onun fiili eleştirisiydi. Kemalist rejim açık ve örtülü biçimde yüzyıl boyunca ayakta kalabilmesini İkinci Dünya Savaşı’na kadar dönemin hegemonik emperyalist gücü Britanya’nın sonrasında ise yeni hegemon ABD’nin jeopolitik dengelerden kaynaklanan desteğine borçluydu. Bir diğer faktör ise Kemalizm’i aşacak yeni bir alternatif paradigmanın şekillenmemiş oluşuydu. Son büyük Kürt isyanının modern hareketi bu eksikliği giderdi.
Doğu Bloku’nun çöküşü ve Birinci Körfez Savaşı küresel ve bölgesel dengelerin değişmekte olduğunun işaretlerini vermişti. Türk Devleti başlangıçta bu yeni duruma uyum sağlamak ister gibi görünüyordu. Çözüm süreçlerini 1993’ten başlatmak gibi bir alışkanlık var ama aslında milat Süleyman Demirel’in 1991’de sarf ettiği “Kürt realitesini tanıyoruz” sözüydü. Dönemin gazeteleri incelendiğinde dönemin bütün siyasi liderlerinin benzer demeçler verdiği görülebilir. Turgut Özal bunların en cesuruydu. Cengiz Çandar’ı Abdullah Öcalan’la görüşmeye göndererek somut adım atmaya çalıştı. Fakat Çandar henüz Bekaa Vadisi’ndeyken Özal’ın ölüm haberi geldi ve ardından “kirli savaş dönemi” olarak bilinen yakın tarihin en karanlık dönemi başladı.
Abdullah Öcalan 1993 yılında bir “gizli darbe” gerçekleştiğini söylüyor. Bu doğrudur ve bu gizli darbeyi dört yıl sonra açık bir darbe takip etti. İki Körfez Savaşı arasındaki sürecin analiz edilmesi sadece Kürt sorunu açısından değil Türkiye ve Ortadoğu tarihi açısından da hayati önem taşıyor. Öcalan da bu sürecin en kritik aşamalarından birinde Türkiye’ye teslim edildi.
Çözümsüzlükte ısrarın sebep olduğu büyük acılar ve kayıplarla geçen 34 yılın ardından bugün yeniden bir çözüm sürecinin eşiğindeyiz. Devlet Bahçeli’nin “Kürdü sevmek Türk’e farzdır” sözü bir yönüyle “Kürt realitesini tanıyoruz” sözünün geç kalmış ikinci cümlesi olarak okunabilir.
Dünyada ve bölgede güç dengelerinin değiştiği bir dönemde bunca yılı neden boşuna harcadık, neden binlerce yurttaşımızı kaybettik ve milyarlarca dolar zarara uğradık? Gelecek kuşaklar haklı olarak bizden bu soruların cevabını isteyecektir.
Ama şu an cevap bekleyen acil bir soru daha var: Bu kez çözüme, adil ve kalıcı bir barışa gerçekten hazır mıyız?
Gramsci, “iradenin iyimserliği ve aklın kötümserliği”nden söz eder. İmralı Heyeti adadan iyimserlikle döndü ve genel olarak olumlu bir hava esiyor. Bu iyimserlik çözüm iradesinin güçlülüğünden kaynaklanıyor. Fakat “aklın kötümserliği” bize yine ihtiyatı elden bırakmamak gerektiğini söylüyor.
“Devlet aklı” çözümden yana ağırlığını koydu ve ezber bozan demeçler de duyuyoruz ama bir yandan da inkarcı statükonun bu demeçlerin satır aralarında yüzünü gösterdiğine de şahit oluyoruz. Cumhurbaşkanı’nın sürece yönelik yaklaşımı risk unsuru olmaya devam ediyor. Devlet aklının atılması gereken adımlar konusunda ne ölçüde net olduğunu bilemiyoruz.
Devlet büyük oranda Suriye Devrimi’nin ortaya çıkardığı “tarihsel fırsatları” değerlendirmek için çözüme meyletti. Bugün çözümden bahsedenler daha düne kadar çözüme en uzak olanlardı.
Marx, “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar ama bunu özgürce seçtikleri koşullarda değil önlerinde buldukları verili koşullarda yapmak zorunda kalırlar” demişti. Verili koşullarının genellikle elverişsiz olması devrimci kriz ve değişim dönemlerinin karakteristik özelliğidir.
Bugün de “tarih yapmak” görevi büyük ölçüde Kürt halkının omuzlarında. Tarihin bir başka cilvesi Kürtler, Türkiye ve Suriye olmak üzere iki devleti birden demokratik cumhuriyet olarak yeniden kurma görevi ile karşı karşıya.
Devrimci demokratik bir paradigmaya sahip olmanın önemi burada bir kez daha kendisini gösteriyor.
İmralı Paradigması özü itibarıyla son derece açık ve basit bir fikre dayanıyor. Türkler ve Kürtler, Araplar ve Kürtler çok kültürlü, çoğulcu, özgürlükçü, özyönetimci, eşitlikçi, laik ve sosyal bir demokratik cumhuriyet zemininde barış içinde birlikte yaşayabilir.
Bu evrensel geçerliliği olan güçlü bir yaklaşımdır. Örneğin İsrail–Filistin sorununa da uygulanabilir. Orada da iki düşman ulus devlet yaratmak yerine Yahudiler, Müslümanlar ve Hristiyanların birlikte yaşadığı demokratik laik “tek devlet” en mantıklı ve kalıcı çözüm olabilir.
Ortadoğu medeniyetin ve dinlerin doğduğu, onlarca halkın binlerce yıldır birlikte yaşadığı bir coğrafya. Taklitçi olmak zorunda değiliz. Kendi halklarımız için en iyi çözümü kendimiz üretebiliriz. Kaldı ki Avrupa kendi paradigmasının doğurduğu sorunları Avrupa Birliği gibi çözümler üreterek aşmaya çalıştı. Niçin bizim de örneğin bir “Ortadoğu Birliği” hedefimiz olmasın? “Yeni paradigma” buralara kadar kapı açıyor.
Öte yandan devletle sürdürülen müzakereler elbette önemli ancak paradigma devriminin başarıya ulaşması toplumun da barışa ikna edilmesine bağlı. Bu noktada “barışın organik aydınlarına” görevler düşüyor.
Kürt halkı küçük bir etnisite değil, 40-50 milyonluk bir halktan söz ediyoruz. Çok da uzak olmayan bir gelecekte Kürtler Türkiye demografisinin en büyük bileşeni olacak. Dolayısıyla Kürt halkı Türkiye’nin yönetimine talip olma vizyonu ile hareket etmek durumundadır. Kürtlerin demokratik cumhuriyetin “kurucu gücü” olması bunun imkanlarını da artıracaktır.
Gramsci’ye özel bir kıymet veren Öcalan’ın onun hegemonyanın inşası için gerekli gördüğü “tarihsel blok” meselesine de kafa yorduğunu biliyoruz. “Türkmen meselesi” üzerine eğilmesi bu sebepledir. “Türkmen rahatlıkla Kürtleşebilir, Kürt de Türkmenleşebilir, bu iki halk birbirine bu derece yakındır” diyor. Bu satırların yazarı Türkmen’dir ve Öcalan’ın tesbitine bütün kalbiyle hak veriyor. Paradigma bir yönüyle “Anadolu ve Mezopotamya Paradigması”dır.
Daha geniş bir perspektiften bakılırsa demokratik cumhuriyet Türkiye ve Ortadoğu’nun bütün halklarının ve inançlarının çıkarınadır.
Öyleyse Kürt, Türk, Zaza, Laz, Çerkez, Boşnak, Gürcü, Alevi, Sünni, Müslüman, Hristiyan, Yahudi, dindar, dinsiz bütün yurtseverler, hepimiz tek tek ve kolektif olarak “paradigmaya güç vermek için ben ne yapabilirim, biz ne yapabiliriz” diye kendimize sormalıyız. Bu soruyu sorup gereğini de yapma iradesi gösterebilirsek “yeni paradigma” hepimizin “yeni normali” haline gelecek.